Eğer bu hücrelerin yerinde
gerçekten bir insan, örneğin siz bulunsaydınız, nasıl bir önlem
alma yoluna giderdiniz? Su içme imkanını göz önünde bulundurmadan,
kandaki su miktarını nasıl artırırdınız?
Muhtemelen -eğer bir biyoloji eğitimi almadıysanız- aklınıza idrar
sıvısında bulunan su moleküllerini arıttıktan sonra kana geri kazandırmak
gelmezdi. Böyle bir fikir aklınıza gelse dahi uygulamaya koymak
için ne yapmanız gerektiğini bilemezdiniz.
Hipotalamusta bulunan algılayıcı hücreler, kandaki su miktarının
düştüğünü tespit ettikleri anda, dahiyane bir yola başvururlar.
Hipofiz bezinde saklı tutulan antidiüretik hormon (ADH) çok özel
bir mesajcı molekülü kullanmaya karar verir. Bu mesaj, böbrekteki
milyonlarca mikro kanalcığın etrafında bulunan hücreler için yazılmıştır.
Ve bu hücrelere "idrar sıvısında bulunan su moleküllerini yakalayın"
emrini vermektedir.
Bu noktada şu sorular akla gelmektedir: Hipotalamusta bulunan hücreler
kendilerinden çok uzakta bulunan ve hiçbir zaman görmedikleri böbrek
hücrelerine emir vermeyi nasıl akletmişlerdir? Böbrek hücrelerinin
anlayacakları ve itaat edecekleri bir mesaj yazmayı nasıl başarmışlardır?
Böbrek hücreleri bu emre niçin itaat ederler?
Bu haberleşme sistemi sayesinde idrarda bulunan su moleküllerinin
büyük bir bölümü arıtılır ve tekrar kana karıştırılır. Sonuçta idrar
miktarı azaltılmış ve vücuda belli ölçüde su kazandırılmış olur.
Eğer gereğinden fazla su içmişsek bu sefer mekanizma tam tersine
işler. Kandaki su yoğunluğu yükselir. Bu yükselme sonucu hipotalamusta
bulunan algılayıcılar, ADH hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatırlar.
ADH hormonu azalınca böbreklerde suyun geri emilimi de azalır. İdrar
sıvısı artar ve kandaki su miktarı dengede tutulmuş olur.
ADH hormonunun bir özelliği de kan damarlarını kasabilmesi ve böylece
kan basıncını artırabilmesidir. Bu da çok özel tasarlanmış bir güvenlik
-sigorta sistemidir ve insanın özel bir yaratılışla var edildiğinin
bir başka delilidir. Bu güvenlik-sigorta sisteminin de çalışabilmesi
için yine geniş çaplı bir planlama yapılmıştır. Kalbin kulakçık
bölgesinin içine ve kalbe gelen damarların içine kan basıncını ölçen
çok özel alıcılar yerleştirilmiştir. Bu alıcılardan çıkan kablolar
yani sinirler de hipofiz bezine bağlanmışlardır. Normal kan basıncı
altında bu alıcılar sürekli olarak uyarılmakta ve hipofiz bezine
durmaksızın bir elektrik akımı göndermektedirler. Bu elektrik sinyallerinin
hipofize ulaşması, ADH hormonunun salgılanmasını engellemektedir.
Bu sistemi, kızıl ötesi ışınlar kullanarak yapılan alarm sistemlerine
benzetebiliriz. Eğer hırsız farkında olmadan bu ışın demetlerinden
birine temas ederse ışık kaynağı ve alıcı arasındaki bağlantı kesilir
ve alarm çalmaya başlar.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi; kalbin ve damarların içine yerleştirilen
alıcılardan hipofize sinyal ulaştığı sürece herşey normal ve yolunda
gidiyor demektir.
Alarmın çalışması nasıl gerçekleşir?
Ciddi bir kanama durumunda insan çok kan kaybeder ve damarlarında
bulunan kan miktarı azalır. Bu da kan basıncının düşmesi anlamına
gelir ki, düşük kan basıncı hasta açısından çok tehlikeli sonuçlara
yol açabilir. (Harun Yahya, Hormon
Mucizesi)
Kan basıncı düştüğü anda damarların ve kalbin içinde bulunan reseptörlerin
hipofize gönderdikleri sinyal de kesilir. Bu da hipofizin alarm
durumuna geçmesine ve ADH hormonu salgılamasına neden olur. ADH
hormonu derhal kan damarlarının etrafında bulunan kasların kasılmasına
neden olur ve bu işlem kan basıncının yükselmesini sağlar. Bu çok
kompleks, birbirine bağımlı çalışan ve birçok parçadan oluşan sistemin,
üzerinde düşünülmesi gereken birçok detayı vardır.
ADH hormonunu üreten hipotalamus hücreleri, kendilerinden çok uzakta
bulunan damarların etrafındaki kas hücrelerinin yapısını nereden
bilmektedirler?
Kan basıncının artması için bu damarların kasılması gerektiğini
nasıl tahmin etmişlerdir?
Nasıl olur da bu hücrelerin kasılmasını sağlayacak kimyasal formülü
üretebilirler?
Kalp ve hipofiz arasındaki iletişim ağını, kabloları döşeyip kim
böyle kusursuz bir alarm sistemi meydana getirmiştir?
Şüphesiz ortada gerçek bir tasarım vardır. Ve bu tasarım insanın
şuursuz tesadüfler sonucunda değil, kusursuz bir yaratılış ile var
edildiğini göstermektedir. Evrimcilerin, vücuttaki haberleşme ve
alarm sisteminin tesadüfen var olduğunu, hücrelerin kendi kendilerine
bu sistemi aklettiklerini, tasarladıklarını ve inşa ettiklerini
iddia etmeleri büyük bir mantık çöküntüsünün sonucudur. Böyle bir
iddia, bir arsaya yığılan çimento, tuğla, elektrik kablosu gibi
malzemelerin, çıkan bir fırtına sonucunda önce tesadüfen bir gökdelen
meydana getirdiklerini, sonra ardından çıkan ikinci bir fırtına
ile bu gökdelenin içine elektrik sistemi döşediklerini, üçüncü bir
fırtınada ise, binanın içine mükemmel bir güvenlik sistemi kurduklarını
iddia etmeye benzer. Akıl ve sağduyu sahibi hiçbir insan böyle mantıksız
bir iddiayı kabul etmez. Ancak, evrimcilerin iddiası bundan daha
da mantıksızdır. Allah'ın varlığını inkar etmek konusunda kesin
bir kararlılık içinde olan evrimciler, söylediklerinin ne kadar
akıldışı olduğunu göz önünde bulundurmaksızın evrim teorisini savunurlar.
"... Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur,
tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek
edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse,
ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)
|