ORTAK
MÜCADELE
Dünya Tarihinde Bir Dönüm Noktası: Ateizmin Çöküşü
İnsanlık tarihinde önemli dönüm noktaları vardır.
Şu anda bu dönüm noktalarından birinde yer alıyoruz. Kimileri bunu
globalleşme veya "bilgi çağı"nın başlangıcı olarak yorumluyor. Bu
tespitler doğru, ancak bunlardan daha da önemli bir olgu var. Kimileri
henüz bunun idrakinde olmasa da, son 20-25 yıldır bilim ve felsefe
alanında çok büyük bir gelişme yaşanıyor: 19. yüzyıldan bu yana
bilim ve düşünce dünyasında etkin olan ateizm, önlenemez bir şekilde
çöküyor.
Ateizm, yani Allah'ın varlığını inkar düşüncesi,
eski çağlardan beri var oldu. Ancak bu fikrin asıl yükselişi, 18.
yüzyıl Avrupası'ndaki bazı din karşıtı düşünürlerin felfeselerinin
yayılmasıyla ve siyasi sonuçlar vermesiyle başladı. Diderot, Baron
d'Holbach gibi materyalistler, evrenin sonsuzdan beri var olan bir
madde yığını olduğunu ve madde dışında bir varlık alemi bulunmadığını
öne sürdüler. 19. yüzyılda ateizm daha da yaygınlaştı. Feuerbach,
Marx, Engels, Nietzsche, Durkheim, Freud gibi düşünürler, ateist
düşünceyi farklı bilim ve felsefe alanlarına uyguladılar.
Ateizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı
reddeden ve buna karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin
oldu. Darwinizm, ateistlerin asırlardır cevap veremedikleri "canlılar
ve insan nasıl var oldu" sorusuna, sözde bilimsel bir cevap getirdi.
Doğanın içinde, cansız maddeyi canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca
farklı canlı türü türeten bir mekanizma olduğunu iddia etti ve pek
çok kişiyi bu yanılgıya inandırdı.
19. yüzyılın sonlarında, ateistler, kendilerince
her şeyi açıkladığını sandıkları bir "dünya görüşü" oluşturmuşlardı:
Evrenin yaratıldığını inkar ediyor, buna karşı
"evren sonsuzdan beri vardır, başlangıcı yoktur" diyorlardı. Evrendeki
düzen ve dengenin tesadüflerin sonucu olduğunu ileri sürüyor, kainatta
hiçbir amaç bulunmadığını iddia ediyorlardı. Canlıların ve insanın
nasıl var olduğu sorusunun Darwinizm tarafından açıklandığını sanıyorlardı.
Tarih ve sosyolojinin Marx ve Durkheim, psikolojinin
ise Freud tarafından ateist temellerde açıklandığını zannediyorlardı.
Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve
toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden
toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgu, tespit ve
sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.
Amerikalı yazar Patrick Glynn, 1997'de yayınlanan
God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular
World (Allah'ın Delilleri, Sekülerizm Sonrası Dünyada Akıl ve İnancın
Uzlaşması) isimli kitabında, bu konuda şu yorumu yapar:
Geçen iki onyılın araştırmaları, daha önceki neslin
seküler ve ateist düşünürlerinin Allah hakkındaki tüm varsayımlarını
ve öngörülerini tersine çevirmiştir. (Söz konusu) Modern düşünürler,
bilimin evrenin daha da mekanik ve rastlantısal olduğunu ortaya
çıkaracağını sanmışlar; aksine bilim, evrende akıl almaz derecede
geniş bir "büyük tasarım" olduğunu gösteren hiç beklenmedik hassas
düzenin boyutlarını keşfetmiştir. Modern psikologlar dinin bir nevroz
olarak tanımlanıp terk edileceğini öngörmüşler, aksine dini inançların
temel zihin sağlının çok hayati bir parçası olduğu ampirik (bulgusal)
olarak ortaya çıkmıştır?
Bunu az sayıda kişi fark etmiş gibi görünüyor,
ama şu açık bir gerçektir: Bilim ve inanç arasında geçen bir asırlık
büyük tartışmanın ardından, şu anda konumlar tamamen alt-üst olmuş
durumda. Darwin'in ardından, Huxley ve Russsell gibi ateistler ve
agnostikler, hayatın tamamen rastlantısal ve evrenin de radikal
biçimde amaçsız olduğunu gösteren... bir teze dayanabiliyorlardı.
Çok sayıda bilim adamı ve entellektüel hala bu görüşe tutunmaya
devam etmektedir. Ama bunu savunmak için giderek daha da mantıksız
uçlara savrulmaktadırlar. Günümüzde somut deliller, çok güçlü bir
şekilde, Allah inancı yönünde işaret vermektedir. (1)
Bu yazıda, farklı bilim dallarının bu yönde ortaya
koydukları sonuçları kısaca analiz edecek ve önümüzdeki "ateizm
sonrası" dönemin insanlığa neler getireceğini inceleyeceğiz.
Kozmoloji: Sonsuz Evren Kavramının
Çöküşü ve Yaratılışın Keşfedilmesi
20. yüzyıl biliminin ateizme vurduğu ilk büyük
darbe, kozmoloji alanında oldu. "Sonsuzdan beri var olan evren"
inancı yıkıldı ve evrenin bir başlangıcı olduğu, bir başka ifadeyle
yoktan yaratıldığı bilimsel delillerle ortaya çıktı.
Söz konusu "sonsuzdan beri var olan evren" fikri,
Batı dünyasına materyalist felsefe ile birlikte girmişti. Eski Yunan'da
gelişen bu felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor,
evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Materyalizm,
Ortaçağ'da Kilise'nin hakim olduğu dönemde rafa kaldırılmıştı. Ama
Yeni Çağ'da Batılı bilim ve fikir adamlarının yeniden Eski Yunan
kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte, materyalizm de yeniden
kabul görmeye başladı.
Immanuel Kant: Kainatın bir başlangıç ya da sonunun
olmadığını savunmuştu ancak bu savında tamamen hatalıydı.
Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ'da ilk kez
savunan kişi ise (felsefi anlamda materyalist olmamasına rağmen)
ünlü Alman düşünür Immanuel Kant oldu. Kant, evrenin sonsuzdan beri
var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması
gerektiğini öne sürdü. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir
başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki iddia, geniş
bir kabul görür hale gelmişti. Karl Marx, Friedrich Engels gibi
diyalektik materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20.
yüzyıla da taşındı.
Bu fikir, her zaman için ateizmle içiçe oldu. Çünkü
evrenin bir başlangıcı olması, onu Allah'ın yarattığı anlamına geliyordu
ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı
halde, "evren sonsuzdan beri vardır" iddiasını öne sürmekti. Bu
iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın ilk yarısında
yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir savunucusu
haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç
İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine
güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkıyordu:
Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış
olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış
olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı
kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir
anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış
olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir
şeydir. (2)
Politzer, yaratılışa karşı sonsuz evren fikrini
savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim,
çok geçmeden, Politzer'in "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu
kabul etmek gerekir" derken belirttiği gerçeği, yani evrenin bir
başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.
Bu ispat, 20. yüzyıl astronomisinin belki de en
önemli kavramı olan Big Bang (Büyük Patlama) teorisinden geldi.
Big Bang teorisine bir dizi keşif sonunda varıldı.
Amerikalı astronom Edwin Hubble, 1929 yılında, evrendeki galaksilerin
birbirlerinden sürekli olarak uzaklaştıklarını ve dolayısıyla evrenin
genişlemekte olduğunu fark etti. Genişleyen bir evrenin içinde zamanda
geri gidildiği takdirde, tüm evrenin tek bir noktadan başladığı
sonucu ortaya çıkıyordu. Hubble'ın buluşunu yorumlayan astronomlar,
bu "tek nokta"nın sonsuz bir çekim gücü ve sıfır hacme sahip "metafizik"
bir durum olduğu gerçeğiyle karşılaştılar. Madde ve zaman, bu hacimsiz
noktanın dışarıya doğru "patlamasıyla" ortaya çıkmıştı. Bir başka
deyişle, evren yoktan yaratılmıştı.
Bir taraftan da materyalist felsefeye ve bu felsefenin
temelindeki "sonsuz evren" fikrine bağlı kalmaya kararlı olan astronomlar,
Big Bang'e karşı direnmeye ve sonsuz evren fikrini ayakta tutmaya
çalıştılar. Bu çabanın nedeni, önde gelen materyalist fizikçilerden
Arthur Eddington'ın "felsefi olarak doğanın şu anki düzeninin birdenbire
başlamış olduğu düşüncesi beni rahatsız etmektedir" sözünden anlaşılıyordu.
(3) Ancak Big Bang, materyalistleri "rahatsız etmesine"
rağmen, somut bilimsel bulgularla desteklenmeye devam etti. Arno
Penzias ve Robert Wilson adlı iki bilim adamı 1960'lı yıllarda yaptıkları
gözlemlerle, bu patlamanın radyoaktif kalıntılarını (kozmik fon
radyasyonunu) tespit ettiler. Aynı gerçek 1990'larda COBE (Kozmik
Fon Tarayıcısı) adlı uydu tarafından doğrulandı.
Tüm gerçekler karşısında ateistler köşeye sıkışmış
durumdadırlar. Atheistic Humanism (Ateistik Hümanizm) kitabının
yazarı, Reading Üniversitesi'nden ateist felsefe profesörü Anthony
Flew, ilginç bir itirafta bulunur:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini
söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir
ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar
tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı
olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang
karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf
etmeliyim. (4)
Big Bang'e yönelik bu ateist tepkinin bir örneği,
materyalist bilim dergilerinin en ünlülerinden biri olan Nature'ın
editörü John Maddox'un 1989 yılında yazdığı bir makalede ifade edilmiştir.
Maddox, "Kahrolsun Big Bang" (Down with the Big Bang) başlığıyla
yazdığı makalede "Big Bang'in felsefi olarak kabul edilemez olduğunu"
çünkü "Big Bang ile birlikte teologların yaratılış fikrine güçlü
bir destek bulduklarını" belirtmiş ve "Big Bang önümüzdeki on yılı
çıkaramayacağı" kehanetinde bulunmuştur. (5) Oysa
Maddox'un bu ümit dolu beklentisine rağmen, Big Bang o günden bu
yana çok daha güçlenmiş, evrenin yaratılışını ispatlayan daha pek
çok bulgu elde edilmiştir.
Bazı materyalistler ise bu konuda nispeten daha
mantıklı davranmaktadırlar. Örneğin İngiliz materyalist fizikçi
H. P. Lipson, yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu "istemeden
de olsa" şöyle kabul eder:
Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek
kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız.
Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece zor olduğunun farkındayım,
ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi
sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz. (6)
Sonuçta modern astronominin ulaştığı gerçek şudur:
Madde ve zaman, her ikisinden de bağımsız olan, sonsuz güç sahibi
bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. İçinde yaşadığımız evreni
var eden sonsuz güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'tır.
Fizik ve Astronomi: Rastlantısal
Evren Düşüncesinin Çöküşü ve "İnsani İlke"nin Keşfi
Bilimadamları atomun daha derinlerine indiklerinde,
içinin hayret verici şekilde "boş" olduğunu farkettiler.
20. yüzyıldaki astronomik buluşların çökerttiği
ikinci bir ateist dogma ise, "rastlantısal evren" iddiasıdır. Evrendeki
maddelerin, gök cisimlerinin, bunlar arasındaki ilişkileri belirleyen
kanunların herhangi bir amaca yönelik olmayan, tesadüfen belirlenmiş
oldukları düşüncesi, çok çarpıcı bir biçimde yıkılmıştır.
Bilim adamları ilk kez 1970'li yıllardan itibaren,
evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir
biçimde ayarlandığı gerçeğini fark etmeye başladılar. Araştırmalar
derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının;
yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin; atomların ve
elementlerin yapılarının tümünün insanın yaşamı için tam olmaları
gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulundu. Batılı bilim
adamları bugün bu olağanüstü tasarıma "İnsani İlke" (Anthropic Principle)
adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını
gözeten bir amaçla tasarlanmıştır.
İnsani İlkenin en temel bazı örneklerini şöyle
özetleyebiliriz:
Evrenin ilk genişleme hızı (Big Bang'in patlama
şiddeti) tam olması gerektiği ölçüde olmuştur. Bilim adamları, eğer
ilk patlama hızı milyar kere milyarda bir bile farklı olsa, o durumda
maddenin ya tekrar içine çökmüş veya tamamen dağılmış olacağını
hesaplamaktadırlar. Bir diğer deyişle, daha evrenin ilk anında,
milyar kere milyarda birlik bir isabet vardır.
Evrendeki mevcut dört fiziksel kuvvet (yerçekimi,
zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve elektromanyetik kuvvet),
düzenli bir evren ortaya çıkması, elementlerin ve dolayısıyla yaşamın
var olabilmesi için tam olmaları gereken değerlerdedirler. Bu kuvvetlerdeki
çok küçük oynamalar (örneğin 1039'da 1 veya 1028'de 1 gibi, yani
kaba bir hesapla milyar kere milyar kere milyar kere milyarda 1'lik
farklar), evrenin sadece bir radyasyondan ibaret olmasına veya hidrojen
dışında hiçbir elementin var olmamasına sebep olabilirdi.
Güneş'in ideal büyüklüğü, Dünya'nın güneşe olan
ideal uzaklığı, suyun benzersiz fiziksel ve kimyasal özellikleri,
Güneş ışınlarının tam yaşam için gerekli dalga boyunda oluşu, Dünya
atmosferinin solunum için en ideal orandaki gazları içermesi, Dünya'nın
manyetik alanının, yeryüzü şekillerinin tam insan yaşamına uygun
biçimde olması gibi daha pek çok "hassas ayar" vardır. (Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, İstanbul,
1999)
Bu hassas ayar kavramı, bugün astrofiziğin en çarpıcı
bulgularından biri durumundadır. Evrendeki hangi fiziksel kural,
hangi değişken incelense, bunların insan yaşamına en ideal ortamı
sağlayacak çok özel değerlere sahip olduğu görülür. Ünlü astronom
Paul Davies, bunun sonucunu The Cosmic Blueprint (Kozmik Plan) adlı
kitabının son paragrafında "bir tasarım olduğu düşüncesi, ezici
biçimde üstün gelmektedir" diye açıklar. (7)
Astrofizikçi W. Press ise Nature dergisindeki bir
makalesinde, "evrende, akıllı yaşamın gelişmesini destekleyen büyük
bir tasarım bulunmaktadır" demektedir. (8)
İşin ilginç yanı, söz konusu bulguları ortaya çıkaran
bilim adamlarının çok büyük bölümünün, aslında bu sonuca varmayı
pek de istemeyen materyalist bakış açısına sahip olan bilim adamları
oluşudur. Bilim yaparken Allah'ın varlığına delil aramak gibi bir
niyetle hareket etmemişlerdir. Ama hepsi, belki de çoğu bunu hiç
istemediği halde, evrenin ancak olağanüstü bir tasarımla açıklanabileceği
sonucuna varmışlardır.
Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic
Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Bu, (fizik kanunlarının yaşam için özel olarak
tasarlanmış oluşu) nasıl mümkün olabildi?... Kanıtları inceledikçe,
ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliyoruz; bir doğa üstü
Akıl devreye girmiştir. Yoksa acaba bir anda, hiç de o niyeti taşımamamıza
rağmen, İlahi bir Varlık'ın var olduğuna dair bilimsel delillerle
mi yüzyüze geliyoruz? (9)
Bir ateist olan Greenstein "acaba" diye başlayan
sorusuyla, gördüğü apaçık gerçeği anlamazlıktan gelmeye çalışmaktadır.
Ama konuya ön yargısız yaklaşan pek çok bilim adamı, evrenin insan
yaşamı için özel olarak yaratıldığını kabul etmektedir.
Materyalizm ise, artık bilimin sınırları dışına
itilmiş batıl bir inanç olarak yaşamaktadır. Amerikalı genetikçi
Robert Griffiths, bu gerçeği, "kendisiyle tartışmak için bir ateist
aradığımda, (üniversitedeki) felsefe bölümüne gidiyorum. Ama fizik
bölümünden pek öyle kimse çıkmıyor artık" sözleriyle ifade etmektedir.
Ünlü moleküler biyolog Michael Denton ise, fizik,
kimya ve biyoloji kanunlarının insan yaşamı için şaşırtıcı derecede
"en ideal" ölçülerde olduğunu incelediği Nature's Destiny: How the
Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi:
Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı 1998 basımı
kitabında şu yorumu yapmaktadır:
20. yüzyıl astronomisinde ortaya çıkan yeni tablo,
geçmiş dört yüzyılda bilim çevrelerinde giderek yükselmiş olan varsayıma
çok güçlü bir meydan okuma oluşturmaktadır. Bu, yaşamın kozmik tablo
içinde tamamen rastlantısal ve önemsiz olduğu varsayımıdır.... (10)
Kısacası, ateizmin belki de en temel dayanağı olan
"rastlantısal evren" kavramı bugün çökmüş durumdadır. Bilim adamları
açıkça "materyalizmin çöküşü"nden söz etmektedirler. (11)
Allah'ın Kuran'da, "Biz gökyüzünü,
yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık.
Bu, inkâr edenlerin zannıdır?" (Sad Suresi, 27) ayetiyle
yanlışlığını açıkladığı zan, 1970'lerden bilim tarafından da çürütülmüştür.
Doğa Bilimleri: Darwinizm'in
Çöküşü ve "Bilinçli Tasarım"ın Zaferi
Başta da belirttiğimiz gibi 19. yüzyılda zirveye
tırmanan ateizmin en önemli dayanağı, Darwin'in evrim teorisidir.
Darwinizm, insanın ve tüm diğer canlıların kökeninin bilinçsiz doğa
mekanizmaları olduğunu ileri sürmekle, ateistlere asırlardır aradıkları
bir fırsatı sağlamıştır. Nitekim Darwin'in teorisi hemen devrin
en koyu ateistleri tarafından benimsenmiş, Marx ve Engels başta
olmak üzere, ateist düşünürler bu teoriyi felsefelerinin temeli
olarak belirlemişlerdir. O devirden bu yana da Darwinizm ile ateizm
arasındaki ilişki değişmeden devam etmektedir.
Ancak ateizmin bu en büyük dayanağı, aynı zamanda
20. yüzyıldaki bilimsel bulgulardan en büyük darbeyi alan dogmadır.
Fosil bilimi, biyokimya, anatomi, genetik gibi farklı bilim dallarının
ortaya koyduğu bulgular, evrim teorisini çok farklı yönlerden çürütmüştür.
(Bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000). Çeşitli
kitap ve yazılarımızda çok daha detaylı incelediğimiz bu gerçeğin
çok kısa bir özetini şöyle yapabiliriz:
Fosil Bilimi: Darwin'in teorisi, canlı
türlerinin hepsinin tek bir ortak atadan geldiği, çok uzun zaman
içinde küçük ve aşamalı değişimlerle farklılaştıkları fikrine dayalıdır.
Bunun kanıtlarının da fosillerde, yani canlıların katılaşmış kalıntılarında
bulunacağını varsayar. Ancak 20. yüzyıl boyunca yürütülen fosil
araştırmaları bunun tam aksi bir tablo ortaya çıkarmıştır. "Türler
arası kademeli evrim" inancını kanıtlayacak tek bir "ara tür" fosili
dahi bulunamamıştır. Dahası, bilinen tüm temel canlı grupları, fosil
kayıtlarında aniden ortaya çıkmakta, kendilerinden önce herhangi
bir "ataları" bulunduğuna dair hiçbir iz bulunmamaktadır. Özellikle
"Kambriyen Patlaması" olarak bilinen olgu çok ilginçtir. Bu erken
jeolojik dönemde, hayvanlar aleminin 100'e yakın temel "filumu"nun
tamamına yakını aniden belirmiştir. Vücut yapıları birbirlerinden
tamamen farklı olan yumuşakçalar, omurgalılar, eklembacaklılar,
derisidikenliler gibi çok farklı kategorilerdeki canlıların son
derece kompleks organ ve sistemleriyle birlikte aniden ortaya çıkmaları,
evrim teorisini geçersiz kılarken yaratılışı kanıtlamaktadır. Çünkü,
evrimcilerin de kabul ettiği gibi, "aniden ortaya çıkış", doğaüstü
bir müdahale, yani yaratılış anlamına gelir.
Biyolojik Gözlemler: Darwin, teorisini
ortaya atarken hayvan yetiştiricilerinin farklı köpek veya at cinsleri
türetmeleri gibi örneklere dayanmıştı. Bu canlılarda gözlenen değişimi
tüm doğaya atfetmiş ve her canlının bu şekilde ortak bir atadan
gelmiş olabileceğini savunmuştu. Ancak 19. yüzyılın yetersiz bilim
düzeyi içinde ortaya atılan bu iddia da 20. yüzyıldaki bulgularla
çürüdü. Farklı hayvan türleri üzerinde onyıllar boyu yapılan deney
ve gözlemler, canlılardaki çeşitlenmenin hiçbir zaman için belirli
bir genetik sınırın ötesine geçmediğini gösterdi. Bir başka deyişle,
Darwin'in "Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha
fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha
büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya
dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum" şeklinde örnekler verirken
(12) aslında çok büyük bir cehalet sergilediği
ortaya çıktı. Öte yandan gözlem ve deneyler, neo-Darwinizm'in bir
"evrim mekanizması" olarak tanımladığı mutasyonların da canlılara
hiçbir yeni genetik bilgi eklemediğini ortaya koydu.
Hayatın Kökeni: Darwin yeryüzündeki canlıların
ortak bir atadan geldiklerini ileri sürmüş, ancak "ilk canlı" olarak
nitelenebilecek bu ortak atanın nasıl var olduğu sorusundan hiç
söz etmemişti. Bu konudaki tek tahmini, "küçük ılık bir göletin
içinde" ilk canlı hücrenin kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşmuş
olabileceğiydi. Ancak Darwinizm'in bu açığını kapatmak niyetiyle
konuya eğilen evrimci biyokimyacılar, hayalkırıklığına uğradılar.
Tüm gözlem ve deneyler, cansız maddenin içinden rastlantısal reaksiyonlarla
canlı bir hücrenin doğmasının tek kelimeyle imkansız olduğunu gösterdi.
İngiltere'nin Nobel ödüllü ateist bilim adamı Hoyle dahi, bunun
bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen
bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar olanak dışı olduğunu açıkladı.
(13)
Bilinçli Tasarım: Bilim adamları hücreyi,
hücreyi oluşturan moleküler parçaları, bunların vücut içindeki olağanüstü
organizasyonunu, organlardaki hassas düzen ve planı inceledikçe,
evrimcilerin ısrarla reddetmek istedikleri bir gerçeğin kanıtlarıyla
yüzyüze geldiler: Canlılık, dünya üzerindeki başka hiçbir sistemde
(örneğin teknoloji harikası makinalarda) bulunmayacak kadar kompleks
tasarımlarla doluydu. Hiçbir kameranın kendisiyle boy ölçüşemeyeceği
gözlerimiz; kuşların, uçuş teknolojisine ilham kaynağı olan kanatları;
canlı hücresinin içiçe geçmiş karmaşık sistemleri; DNA'daki olağanüstü
bilgi gibi sayılamayacak kadar çok "tasarım örneği", canlılığı kör
rastlantıların ürünü sayan evrim teorisini çaresiz bıraktı.
Tüm bu gerçekler, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm'i
köşeye sıkıştırdı. Bugün başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülkede
bilim adamları arasında "bilinçli tasarım" (intelligent design)
teorisi yaygınlaşıyor. Bilinçli tasarım'ın savunucuları, Darwinizm'in
bilim tarihinde büyük bir yanılgı olduğunu ve "materyalist felsefenin
zorla bilime empoze edilmesi"nin sonucunda doğduğunu anlatıyorlar.
Bilimsel bulgular canlılarda "tasarım" bulunduğunu gösteriyor ve
bu da yaratılışı kanıtlıyor. Kısacası bilim, Allah'ın tüm canlıları
yarattığı gerçeğini bir kez daha tasdik ediyor?
Psikoloji: Freudizmin Çöküşü
ve İnancın Kabulü
Yakın zamanda yapılan çalışmalarda Freud'un özellikle
din konusundaki fikirlerinin hatalı olduğunu gösterdi.
19. yüzyılda gelişen ateist dogmanın psikoloji
alanındaki temsilcisi, Avusturyalı psikiyatrist Sigmund Freud idi.
Freud, ruhun varlığını reddeden, insanın tüm ruhsal dünyasını cinsel
ve benzeri dünyevi dürtülerle açıklamaya çalışan bir psikoloji teorisi
ortaya attı. Freud'un en büyük saldırısı ise dine karşıydı. 1927'de
yayınlanan The Future of an Illusion (Bir İlüzyonun Geleceği) adlı
kitabında, dini inancın sözde bir tür akıl hastalığı (nevroz) olduğunu
ileri sürüyor ve insanlığın ilerlemesiyle birlikte dini inançların
tamamen ortadan kalkacağı iddiasında bulunuyordu. Dönemin ilkel
bilimsel koşulları altında, gerekli araştırma ve incelemeler yapılmadan,
okuma ve kıyas imkanı olmadan ortaya atılan bu iddia son derece
mantık dışıdır. Kuşkusuz Freud da bugün varsayımını tekrar değerlendirme
imkanına sahip olsa, öne sürdüğü bu kıt iddianın mantıksızlığına
kendisi de şaşıracak ve böyle bir öngörünün saçmalığını ilk kendisi
eleştirecektir. Freud'dan sonra da psikoloji bilimi ateist bir temelde
gelişti. Sadece Freud değil, 20. yüzyılda gelişen diğer psikoloji
ekollerinin kurucuları da koyu birer ateistti: davranışçı ekolün
kurucusu B. F. Skinner ya da rasyonel-duygusal terapinin kurucusu
olan Albert Ellis gibi. Sonuçta psikoloji dünyası ateizmin alanı
haline geldi. 1972 yılında Amerikan Psikoloji Derneği üyeleri arasında
yapılan bir araştırma, ülkedeki psikologların sadece % 1.1'inin
dini inanç sahibi olduğunu gösteriyordu. (14)
Ama psikologların çoğunun içine düştüğü bu büyük
aldanış, bizzat yürüttükleri psikoloji araştırmaları tarafından
çürütüldü. Öncelikle Freudizm'in temel varsayımlarının hemen hiçbir
bilimsel dayanağı olmadığı ortaya çıktı. Dahası, dinin, Freud ve
diğer bazı psikoloji teorisyenlerinin savunduğu gibi "akıl hastalığı"
değil, aksine zihinsel sağlığın en temel ögesi olduğu anlaşıldı.
Amerikalı yazar Patrick Glynn, bu önemli gelişmeleri şöyle özetler:
20. yüzyılın son çeyreği (Freud'un kurduğu) psikoanalitik
vizyona hiç de uygun davranmadı. Bunun en dikkat çekici yönü ise,
Freud'un din hakkındaki görüşlerinin tamamen yanlış çıkmasıydı.
İronik bir biçimde, son 25 yılda psikoloji alanında yapılan araştırmalar,
dini inancın, Freud'un ve müridlerinin iddia ettiği gibi bir tür
nevroz veya nevroz kaynağı olmak bir yana, genel zihinsel sağlık
ve mutluluğun en tutarlı ögelerinden biri olduğunu ortaya çıkardı.
Üstüste yapılan pek çok araştırma, dini inanç ve ibadetlerle; intihar,
alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, boşanma, depresyon ve hatta-ve
belki de şaşırtıcı şekilde-evlilikteki cinsel tatmin gibi konulardaki
sağlıklı davranışlar arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösterdi.
Kısacası, ampirik bilgiler, psikoterapi mesleğinin sözde "bilimsel"
ortak kanısı ile tamamen ters düştü. (15)
Sonuçta, yine Patrick Glynn'in ifadesiyle "20.
yüzyılın sonunda modern psikoloji, dinin yerini almak bir yana,
dinle yeniden tanışmaya başladı" (16) ve "insanın
zihinsel yaşamı hakkındaki salt seküler bir bakış açısının hem teorik
hem de pratik düzeyde çöktüğü ortaya çıktı." (17)
Yani ateizm, psikoloji alanında da hezimete uğradı.
Tıp: Kalplerin Nasıl "Mutmain"
Olduğunun Keşfi
Ateist varsayımların çöküşüne ilginç biçimde sahne
olan bir diğer bilim dalı ise tıptır.
Amerikan Sağlık Araştırmaları Ulusal Merkezi'nden
David B. Larson ve ekibi tarafından derlenen araştırma sonuçlarına
göre; Amerikalılar arasında dindar ve inançsız kişiler arasında
yapılan karşılaştırmalar çok ilginç sonuçlar vermiştir. Dindarların,
dini yönü zayıf veya hiç olmayan kişilere göre; kalp hastalıklarına
% 60 daha az yakalandıkları; intihar oranlarının % 100 daha düşük
olduğu; tansiyon bozukluğuna çok daha düşük oranlarda yakalandıkları;
sigara içenler arasında bu oranın 7'ye 1 olduğu gibi sonuçlar ortaya
çıkmıştır. (18)
Seküler psikologlar genellikle buna benzer olguları
"psikolojik etki" olarak açıklarlar. Bunun anlamı, inancın insanların
moralini yükselttiği ve moralin de sağlığa katkı sağladığıdır. Bu
açıklamanın haklı bir yönü olabilir, ancak konu incelendiğinde daha
çarpıcı bir sonuç çıkmaktadır. Allah'a olan inanç, başka herhangi
bir moral etkiden çok daha güçlüdür. Harvard Tıp Fakültesi'nden
Dr. Herbert Benson'ın dini inanç ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi
inceleyen kapsamlı araştırmaları, bu konuda dikkat çekici sonuçlar
vermiştir. Benson, inançsız bir kişi olmasına rağmen, Allah'a olan
inancın ve ibadetlerin insan sağlığı üzerinde başka hiçbir şeyde
görülmeyecek derecede olumlu bir etki meydana getirdiği sonucuna
varmıştır. Benton, "diğer hiçbir inancın, Allah'a olan inanç gibi
zihne huzur vermediği sonucuna" vardığını açıklamaktadır. (19)
Peki neden iman ile insan ruh ve bedeni arasında
böyle özel bir ilişki vardır?? Seküler bir araştırmacı olan Benton'ın
vardığı sonuç, kendi ifadesiyle, insan bedeninin ve zihninin "Allah'a
göre ayarlı" olduğudur. (20)
Tıp dünyasının yavaş yavaş fark etmeye başladığı
bu gerçek, Kuran'da "Haberiniz olsun; kalbler
yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad Suresi, 28) ayetiyle
haber verilen bir sırdır. Allah'a inanan, O'na dua eden, O'na güvenen
insanların diğerlerinden hem ruhsal hem de fiziksel olarak daha
sağlıklı olmalarının nedeni, fıtratlarına uygun davranmalarıdır.
İnsan fıtratına aykırı olan felsefe ve sistemler, insanlara hep
acı, hüzün, sıkıntı ve bunalım getirmektedir.
Bununla birlikte dindar bir insanın yaşadığı huzurun
asıl kaynağı Allah'ın rızasını kazanmak için hareket ediyor olmasıdır.
Diğer bir deyişle bu huzur, insanın vicdanının sesini dinlemesinin
doğal sonucudur. Yoksa insan 'daha huzurlu olayım,' 'daha sağlıklı
olayım' diye din ahlakını yaşamaz. Zaten bu niyetle hareket eden
bir kişi de gerçek anlamda huzuru bulamaz. Allah, bir insanın gizlediklerini
de dışa vurduklarını da en iyi bilendir. Kişi vicdani rahatlığı
ancak samimi olarak, yalnızca Allah'ı razı etmek için çaba gösterdiğinde
yaşar. Bir ayette şu şekilde buyurulmuştur:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen
(bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları
bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme
yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu
bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Modern tıp, yukarıda kısaca belirttiğimiz bulgular
ışığında bu gerçeğin farkına varma yolundadır. Patrick Glynn'in
ifadesiyle, "çağdaş tıp, tedavinin salt maddesel yöntemler dışında
da boyutları olduğu gerçeğini kabul etme yolunda ilerlemektedir."
(21)
Toplum: Komünizmin, Faşizmin
ve 68 Kuşağının Çöküşü
Ateizmin 20. yüzyıldaki çöküşü, sadece astrofizik,
biyoloji, psikoloji, tıp gibi bilim dallarında değil, aynı zamanda
siyaset ve toplumsal ahlak düzeyinde de geçerlidir.
Komünizmin yıkılması, bunun önemli örneklerinden
biridir. Komünizm 19. yüzyıldaki ateist sapmanın en önemli siyasi
sonucu sayılabilir. İdeolojinin kurucuları olan Marx, Engels, Lenin,
Troçki veya Mao, ateizmi en temel prensip olarak benimsemişlerdir.
Komünist rejimler ateizmin topluma benimsetilmesini ve dini inançların
yok edilmesini öncelikli bir hedef olarak belirlemişlerdir. Stalin
Rusyası başta olmak üzere, Kızıl Çin, Kamboçya, Arnavutluk ve bazı
Doğu Bloku Ülkeleri'nde başta Müslümanlar olmak üzere dindarlara
karşı büyük baskılar uygulanmış, hatta toplu kıyımlar gerçekleştirilmiştir.
Ama bu kanlı ateist sistem, 1980'lerin sonunda
çok şaşırtıcı bir şekilde çökmüştür. Bu çöküşün temellerini incelediğimizde
ise, aslında çöken şeyin ateizm olduğunu görürüz. Patrick Glynn,
konuyu şöyle açıklamaktadır:
Seküler tarihçiler komünizmin en büyük hatasının
ekonominin kanunlarını reddetmek olduğunu söyleyeceklerdir. Ama
başka kanunlar da vardır, bu çöküşte rol oynayan? Tarihçiler komünizmin
çöküşüne giden faktörleri detaylı inceledikçe, Sovyet elitinin bir
tür ateist "inanç krizi"nin sancıları içinde olduğu açığa çıkmaktadır.
"Büyük Yalan"a dayalı başka yalanlardan oluşan ateist bir ideolojinin
etkisinde yaşadıklarından dolayı, Sovyet sistemi çok radikal bir
demoralizasyon yaşamıştır, bu terimin her anlamında. Yönetici sınıf
da dahil olmak üzere, Sovyet halkı her türlü ahlaki duyguyu ve her
türlü umudu yitirmiştir. (22)
Sovyet sisteminin bu büyük "inançsızlık krizi"nin
ilginç bir göstergesi, devlet başkanı Mihail Gorbaçov'un yapmaya
çalıştığı reformlardır. Gorbaçov başa geldiği günden itibaren, ekonomik
reformların yanında ahlaki sorunlarla da ilgilenmiş, örneğin ilk
olarak alkolizme karşı bir kampanya başlatmıştır. Topluma moral
verebilmek için uzun süre eski Marksist-Leninist terminolojiyi kullanmış,
ancak bunun fayda etmediğini görünce, rejiminin son yıllarında bazı
konuşmalarında Allah'tan söz etmeye dahi başlamıştır-gerçekte bir
ateist olmasına rağmen. Ancak kuşkusuz bu samimiyetsiz inanç sözleri
fayda etmemiş ve Soyvet toplumunun inanç krizi giderek daha da büyümüştür.
Sonuç, dev Sovyet imparatorluğunun bir anda çökmesidir.
20. yüzyıl sadece komünizmin değil, 19. yüzyıldaki
din aleyhtarı felsefelerin bir diğer meyvesi olan faşizmin de çöküşünü
belgelemiştir. Faşizm, ateizm ile putperestliğin karması sayılabilecek
ve İlahi dinlere şiddetle düşman olan bir felsefenin ürünüdür. Faşizmin
fikir babası sayılan Friedrich Nietzsche, putperest barbar toplumların
ahlakını övmüş, başta Hıristiyanlık olmak üzere İlahi dinlere saldırmış,
hatta kendini "Deccal" (Antichrist) olarak tanımlamıştır. Nietzsche'nin
takipçisi olan Martin Heidegger koyu bir Nazi destekçisi olmuş,
bu iki ateist felsefecinin düşünceleri Nazi Almanyası'ndaki korkunç
vahşetleri doğurmuştur. 55 milyon insanın yaşamına mal olan II.
Dünya Savaşı, ateizmin insanlığa getirdiği felaketlerin bir diğer
örneğidir.
Bu arada, hem II. hem de I. Dünya Savaşı'nın çıkış
nedenleri arasında da, bir başka ateist ideoloji olan Sosyal Darwinizm'in
yattığını hatırlatmak gerekir. Harvard Üniversitesi tarih profesörü
James Joll'un Europe Since 1870 (1870'den Bu Yana Avrupa) isimli
kaynak kitabında belirttiği gibi, gerek her iki dünya savaşının
ardında da; savaşı biyolojik bir gereklilik olarak gören, milletlerin
çatışma yoluyla gelişeceği gibi bir hurafeye inanan Sosyal Darwinist
Avrupa liderlerinin felsefi görüşlerinin büyük yeri vardır. (23)
Ateizmin bir diğer toplumsal sonucu ise, Batı toplumlarında
ortaya çıkmıştır. Günümüzde Batı dünyasını "Hıristiyan alemi" olarak
görme yönünde bir eğilim vardır. Oysaki Batı'da söz konusu Hıristiyan
kültürün yanında, 19. yüzyıldan itibaren hızla yükselen ateist bir
kültür de hakimdir ve bugün "Batı" dediğimiz medeniyet içinde bu
iki kültür çatışma halindedir. Batı'nın emperyalizm, ahlaki dejenerasyon,
despotizm gibi olumsuz özelliklerinin kaynağı ise, söz konusu ateist
unsurdur.
Amerikalı yazar Patrick Glynn, God: The Evidence
adlı kitabında bu konuya dikkat çekmekte, Batı'daki inançlı ve ateist
unsurları karşılaştırmak için, Amerikan ve Fransız Devrimlerini
örnek göstermektedir. Amerikan Devrimi, Allah'a inanan insanlar
tarafından gerçekleştirilmiştir; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
insan haklarınının "Yaratıcı tarafından verildiğini" bildirmektedir.
Fransız Devrimi ateistler tarafından gerçekleştirilmiş, Fransız
İnsan Hakları Bildirgesi ise ateist (ve kısmen putperest) bir mantıkta
kaleme alınmıştır. İki devrimin fiili sonuçları ise çok farklıdır:
Amerikan modelinde dine ve dini inançlara saygılı, barışçıl ve toleranslı
bir ortam gelişmiş, Fransa'daki koyu din düşmanı anlayış ise ülkeyi
kana boğmuş, o döneme kadar eşi görülmemiş bir vahşet uygulamıştır.
Patrick Glynn'in ifadesiyle, "ateizm ile ahlaki ve siyasi felaketler
arasında ilginç bir tarihsel korelasyon (doğrusal ilişki) vardır."
(24) Yazar, Amerika'yı ateistleştirmek için yürütülen
çabaların da her zaman için toplumsal tahribat meydana getirdiğini,
örneğin 60'lı ve 70'li yıllarda (68 kuşağı döneminde) yaygınlaşan
"cinsel devrim" hareketinin çok büyük toplumsal yaralar açtığını
ve bunun artık seküler tarihçiler tarafından da kabul edildiğini
anlatmaktadır. (25)
Dine Yöneliş
Buraya kadar kısaca özetlediğimiz bilgiler, ateizmin
kaçınılmaz bir çöküş içinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bir
diğer ifadeyle insanlık Allah'a yönelmektedir. Bu gerçeğin ifadesi,
sadece burada aktardığımız bilim veya siyaset alanlarıyla sınırlı
değildir. Ünlü devlet adamlarından sinema yıldızlarına veya pop
sanatçılarına kadar, Batı toplumunun pek çok "kanaat önderi" eskisine
göre çok daha dindardır. (bkz. Harun Yahya, Batı Dünyası Allah'a
Yöneliyor, İstanbul, 2001) Uzun yıllar ateist olarak yaşadıktan
sonra, gördüğü gerçekler karşısında Allah'a iman eden pek çok insan
vardır. (Bu yazı boyunca kitabından bazı alıntılar yaptığımız Patrick
Glynn de bunlardan biridir.)
Buna vesile olan bilimsel gelişmelerin, hep aynı
dönemde, yani 1970'lerin ikinci yarısından itibaren başlamış olması
ise oldukça ilginç bir durumdur. "İnsani İlke" kavramı ilk kez 70'lerin
ortasında ileri sürülmüştür. Darwinizm'e yönelik bilimsel eleştirilerin
bilim dünyası içinde yüksek sesle dile getirilmesi, 70'lerin sonlarında
başlamış bir süreçtir. Freud'un ateist dogmasına karşı psikoloji
dünyasındaki eleştirilerdeki dönüm noktası, M. Scott Peck'in 1978'de
yayınlanan The Road Less Traveled adlı kitabıdır. Glynn, bu nedenle
1997 basımı kitabında "son iki on yıl içinde, çok uzundur zamandır
egemen olan modern seküler dünya görüşünün temellerini sarsan yeni
kanıtlar"dan söz etmektedir. (26)
Kuşkusuz ateist dünya görüşünün sarsılması, yerine
başka bir "dünya görüşü"nün egemen olması anlamına gelecektir ki
bu, dindir. Dünya, 1970'lerin sonlarından (veya bir başka ifadeyle
Hicri 14. asrın başlarından) itibaren "dinin yükselişi"ne sahne
olmaktadır. Diğer sosyal süreçler gibi bu da bir günde değil, uzun
bir zaman dilimi içinde gerçekleştiği için çoğu kimse bunu fark
edemiyor olabilir. Oysa gelişmeleri biraz daha dikkatli değerlendirenler,
dünyanın fikri alanda büyük bir dönüm noktasında olduğunu görmektedirler.
"Seküler tarihçiler" bu olguya da kendilerine göre
bir açıklama yapmaya çalışacaklardır. Ancak söz konusu kişiler,
Allah'ın varlığı konusunda derin bir yanılgı içinde oldukları gibi,
tarihin akışı konusunda da derin bir yanılgı içindedirler. Gerçekte
tarih, Allah'ın belirlediği kadere (sünnetullah'a) göre işler. Allah
bu gerçeği bize "Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle
bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle
bir dönüşüm de bulamazsın" (Fatır Suresi, 43) buyurarak bildirir.
Dolayısıyla tarihin bir amacı vardır. Tarih, Allah'ın dilediği gibi
ilerler. Allah'ın dileği ise nurunun tamamlanmasıdır:
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek
istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan
başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32)
Bu ayetin bir yorumu da şudur: Allah vahyettiği
İlahi dinlerle insanlara nurunu indirmiştir. İnkarcılar ise bu nuru
ağızlarıyla, yani sözleri, telkinleri, propagandaları ve felsefeleriyle
söndürmek isterler. Ancak Allah sonunda nurunu tamamlayacak, yani
din ahlakını dünyaya egemen kılacaktır.
Yazının başında sözünü ettiğimiz "tarihin dönüm
noktası", gerek burada aktardığımız kanıtlarla gerekse hadislerin
ve bazı alimlerin işaretiyle, işte bu olabilir. Elbette en doğrusunu
Allah bilir.
Sonuç
Yaşadığımız dönem, önemli bir dönemdir. Asırladır
insanlara "akıl ve bilimin yolu" gibi gösterilmek istenen ateizmin
büyük bir akılsızlık ve cehalet olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bilimi kendisine araç edinmek isteyen materyalist felsefe, bilimin
kendisi tarafından çürütülmektedir. Ateizmden kurtulan dünya, Allah'a
ve dine yönelecektir. Bununla birlikte "hangi din" sorusu gündeme
gelecektir. Bu süreçler çoktan başlamış durumdadır zaten.
Kuşkusuz bu dönemde Müslümanlara önemli görevler
düşmektedir. Müslümanlar; dünyadaki bu büyük fikri değişimin farkında
olan, onu yorumlayan, globalleşmenin vesile olduğu fırsat ve imkanları
çok iyi kullanan, bu yolla hakikati en iyi ve etkili şekilde temsil
eden insanlar olmalıdırlar. Dünya üzerindeki asıl fikri çatışmanın
ateizm ile iman arasında olduğunu bilmelidirlar. Dünyada bir Batı-Doğu
çatışması yoktur. Batı'nın içinde de Doğu'nun içinde de, Allah'a
inananlar ve O'na isyan edenler vardır. Bu nedenle samimi inanç
sahibi Hıristiyanlar (ve inanç sahibi Yahudiler) Müslümanların müttefikidir.
Temel ayrılık; Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında değil, Müslümanlar
ve Ehl-i Kitap ile ateistler, putperestler, dinsizler arasındadır.
Kuşkusuz bu sayılanlara da düşman olarak değil, kurtarılması gereken
gafiller olarak bakmak gerekir.
Nitekim Allah'tan habersiz yaşayan pek çok gafil
insanın imanla şerefleneceği "ateizm sonrası" dönem, hızla yaklaşmaktadır.
------------------------------------------------------------------------
Dipnotlar
1- Patrick Glynn,
God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular
World, Prima Publishing, California, 1997, s. 19-20, 53
2- George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri,
İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s. 84
3- S. Jaki, Cosmos and Creator, Regnery Gateway,
Chicago, 1980, s. 54
4- Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos,
Bios, Theos. La Salle IL: Open Court Publishing, 1992, s. 241
5- John Maddox, "Down with the Big Bang", Nature,
vol. 340, 1989, s. 378
6- H. P. Lipson, "A Physicist Looks at Evolution",
Physics Bulletin, vol. 138, 1980, s. 138
7- Paul Davies, The Cosmic Blueprint, London: Penguin
Books, 1987, s. 203
8- W. Press, "A Place for Teleology?", Nature, vol.
320, 1986, s. 315
9- George Greenstein, The Symbiotic Universe, s.
27
10- Denton, Michael Denton, Nature's Destiny: How
the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York:
The Free Press, 1998, s. 14
11- Paul Davies and John Gribbin, The Matter Myth,
Simon & Schuster, New York, 1992, s. 10
12-Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile
of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
13- "Hoyle on Evolution", Nature, cilt 294, 12
Kasım 1981, s. 105
14- Edwin R. Wallace IV, "Psychiatry and Religion:
A Dialogue", in Joseph H. Smith and Susan A. Handelman, eds., Psychoanalysis
and Religion, John Hopkihs University Press, Baltimore, 1990, s.
1005
15- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 61
16- Ibid, s. 69
17- Ibid. s. 78
18- Ibid. s. 80-81
19- Herbert Benson, Mark Stark, Timeless Healing,
Simon & Schuste, New York, 1996, s. 203
20- Herbert Benson, Mark Stark, Timeless Healing,
Simon & Schuste, New York, 1996, s. 193
21- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 94
22- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 161-62
23- James Joll, Europe Since 1870: An International
History, Penguin Books, Middlesex, 1990, s. 102-103
24- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 161
25- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 163
26- Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation
of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California,
1997, s. 27
|