ORTAK
MÜCADELE
Sosyal Darwinizm:
"Orman Kanunlarının İnsan Davranışlarına Uyarlanması Bilimi"
Evrim teorisinin en önemli iddialarından biri,
canlıların gelişimini doğada var olan "yaşam mücadelesi"ne dayandırmasıydı.
Darwin'e göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma
vardı. Güçlüler her zaman güçsüzleri alt ediyor ve gelişme de bu
sayede mümkün oluyordu. Türlerin Kökeni kitabına koyduğu altbaşlık
da, onun bu görüşünü özetliyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon
ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Darwin'in bu konudaki ilham kaynağı ise, İngiliz
bir ekonomist olan Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of
Population (Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme) adlı kitabıydı. Bu
kitap insan ırkını oldukça karanlık bir geleceğin beklediğine işaret
ediyordu. Malthus kendi başlarına bırakıldıklarında, insan nüfusunun
çok hızlı arttığını hesaplamıştı. Her yirmi beş yılda sayıları iki
katına çıkıyordu. Ancak besin kaynakları hiçbir şekilde bu hızla
çoğalmıyordu. Bu durumda insan nesli sürekli olarak bir açlık tehlikesi
ile karşı karşıyaydı. Nüfusları kontrol altında tutan başlıca etkenler
ise savaş, kıtlık ve hastalık gibi felaketlerdi. Kısacası bazı insanların
yaşayabilmeleri için diğerlerinin ölmesi gerekiyordu. Var olma,
"sürekli savaş" anlamına geliyordu.
Darwin, doğadaki yaşam mücadelesi fikrini Malthus'tan
aldığını kendi ifadesiyle şöyle açıklar:
Ekim 1838'de, yani sistematik bir şekilde araştırmalarıma
başladıktan 15 ay sonra, sırf merakımdan Malthus'un nüfusla ilgili
çalışmasını okumaya başladım. Ve hayvanlarla bitkilerde sürekli
gözlemlediğim hayatta kalma mücadelesini düşündüğümde, bir an farkına
vardım ki, bu koşullar altında uygun varyasyonlar korunacak ve uygun
olmayanlar yok edilecekti. Bunun sonucunda ise yeni türler ortaya
çıkacaktı. Burada, sonradan üzerinde çalışabileceğim bir teoriyi
sonunda elde etmiştim. (Anton Pannekoek, Marxism and Darwinism,
Çeviri: Nathan Weiser, Chicago, Charles H. Kerr &Company, 1912,
http://csf.colorado.edu/psn/marx/Other/Pannekoek/Archive/1912-Darwin/)
19. yüzyılda Malthus'un fikirleri oldukça geniş
bir kitle tarafından benimsenmişti. Özellikle, Avrupalı üst sınıfın
entellektüelleri Malthus'un fikirlerini destekliyordu. "Nazilerin
Bilimsel Arka Planı" isimli makalede, 19. yüzyıl Avrupası'nın Malthus'un
popülasyon ile ilgili görüşlerine verdiği önem şöyle aktarılmaktadır:
19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'da yönetici sınıfın
üyeleri, yeni keşfedilen 'nüfus artışı problemi'ni tartışmak ve
fakirlerin ölüm oranlarını arttırmak için, Malthus'un fikirlerini
uygulamanın yöntemlerini planlamak üzere biraraya geldiler. Vardıkları
sonuç özetle şöyleydi: "Fakirlere temizliği tavsiye etmek yerine
tam tersi alışkanlıklara teşvik etmeliyiz. Şehirlerimizdeki sokakları
daha dar yapmalıyız, daha fazla insanı evlere doldurmalıyız ve vebayı
getirmeye çalışmalıyız. Ülkemizde köylerimizi durgun sulara yakın
yapmalıyız, bataklıklarda yaşamayı teşvik etmeliyiz vs... (Theodore
D. Hall, The Scientific Background of the Nazi Race Purification
Program, http://www.trufax.org/avoid/nazi.html)
Bu zalimce uygulamanın sonucunda, yaşam mücadelesinde
güçlü olanlar zayıf olanları ezecekler ve bu şekilde hızla artan
nüfus da dengelenmiş olacaktı. İngiltere'de 19. yüzyılda söz konusu
"fakirleri ezme" programı gerçekten uygulandı. 8-9 yaşındaki çocukların
günde 16 saat kömür ocaklarında çalıştırıldıkları ve binlercesinin
kötü şartlar nedeniyle öldüğü bir endüstri düzeni kuruldu. Malthus'un
teorik olarak gerekli bulduğu "yaşam mücadelesi", İngiltere'de milyonlarca
fakir insana azap dolu bir ömür yaşattı.
Darwin, Malthus'tan etkilenerek bu görüşü tüm doğaya
uyguladı ve bu var olma savaşında güçlü olanların ve en iyi uyum
sağlayanların galip geleceklerini öne sürdü. Darwin'in bu iddiası,
tüm bitkileri, hayvanları ve insanları içine alıyordu. Dahası, söz
konusu yaşam mücadelesinin doğanın meşru ve değişmez bir yasası
olduğunu özellikle vurguluyordu. Bir yandan da yaratılışı inkar
ederek insanları dini inançlarını terk etmeye davet ediyor ve böylece
"yaşam mücadelesi"nin acımasızlığına engel olabilecek tüm ahlaki
kıstasları hedef almış oluyordu.
Bu nedenle Darwin'in teorisi, duyulur hale geldiği
andan itibaren önce İngiltere'deki sonra da tüm Batı'daki kurulu
düzenin desteğini arkasında buldu. Kurdukları siyasi ve sosyal düzeni
"bilimsel" yönden meşru hale getiren bir teoriyle karşılaşan emperyalistler,
kapitalistler ve tüm diğer materyalistler, bu teoriyi sahiplenmekte
gecikmediler. Evrim teorisi kısa zamanda, sosyolojiden tarihe, psikolojiden
siyasete kadar insan toplumlarını ilgilendiren her alanda tek kriter
haline getirildi. Her alanda temel fikir "yaşam mücadelesi" ve "güçlü
olan kazanır" sloganıydı ve siyasi partiler, uluslar, yönetimler,
ticari şirketler, fertler artık bu sloganlar ışığında yaşamaya başladılar.
Topluma hakim olan ideolojiler Darwinizm'i benimsediği için, eğitimden
sanata, siyasetten tarihe kadar her alanda üstü kapalı Darwinizm
propagandası yapılmaya başlandı. Her konu Darwinizm'le ilişkilendirilmeye
ve Darwinist bakış açısı ile açıklanmaya çalışıldı. Bunun sonucunda
insanlar Darwinizm'i bilmese bile, Darwinizm'in öngördüğü hayatı
yaşayan toplum modelleri oluşmaya başladı.
Darwin'in kendisi de, evrime dayalı görüşlerinin
ahlaki anlayışlara ve sosyal bilimlere uygulanmasını onaylıyordu.
1869'da H. Thiel'e yazdığı bir mektupta Darwin şöyle diyordu:
Türlerin değişimiyle ilgili bakış açıma benzer
bazı fikirlerin, ahlaki ve sosyal sorunlar üzerinde uygulandığını
görüyorum. Bu konuyla çok ilgilendiğime inanmalısın. Önceleri, kendi
görüşlerimin bu kadar farklı ve önemli konulara uyarlanabileceği
bana pek gerçekleşebilir gibi gelmemişti. (Francis Darwin, The Life
and Letters of Charles Darwin, D. Appleton and Co., 1896, cilt 2,
s.294)
Doğadaki çatışmanın insanın da doğasında olduğunun
kabul edilmesiyle, ırkçılık, faşizm, komünizm, emperyalizm adına
yapılan çatışmalar, güçlü milletlerin zayıf gördükleri milletleri
ezerek yok etmeye çalışmaları artık bilimsellik kisvesine bürünmüş
oluyordu. Barbarca katliamlar yapanlar, insanlara hayvan gibi davrananlar,
milletleri birbirlerine düşürenler, ırklarından dolayı insanları
hakir görenler, haksız rekabetle küçük işletmeleri kapattıranlar,
fakirlere yardım elini uzatmayanlar artık kınanmayacak veya engellenemeyecekti.
Çünkü onlar bunu "bilimsel" bir doğa kanununa uyarak yapıyorlardı.
Bu yeni bilimsel açıklamanın adı ise "Sosyal Darwinizm"
olarak belirlendi.
Günümüzdeki evrimci bilim adamlarının en önde gelenlerinden
biri olan Amerikalı paleontolog Stephen Jay Gould, bu gerçeği aşağıdaki
sözleriyle kabul eder:
1859 yılında Türlerin Kökeni'nin yayımlanmasından
sonra esaret, kolonileşme, ırk farklılıkları, sınıf mücadelesi ve
cinsel roller hakkındaki tartışmalar bilim bayrağı altında yürütülmeye
başlandı. (Stephen Jay Gould, The Mismeasure of Man, W.W. Norton
and Company, New York, 1981,s. 72)
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta
bulunmaktadır: İnsanlık tarihinin her döneminde savaşlar, barbarlık,
acımasızlık, ırkçılık, çatışmalar yaşanmıştır. Ancak insanlara her
zaman için bu fiilerin yanlış olduğunu öğreten ve onları barışa,
adalete ve huzura davet eden İlahi bir din olmuştur. İnsanlar bu
ilahi dinin varlığını bildikleri için, şiddet uyguladıklarında,
en azından bunun yanlış olduğunu kavrayabilecekleri bir kıstasa
sahiptirler. Ancak 19. yüzyıldan itibaren Darwinizm, her türlü çıkar
mücadelesini ve adaletsizliği bilim kisvesi altında meşru göstermiş,
tüm bunların insanın doğasında olduğunu, insanın atalarından kalan
vahşi ve saldırgan dürtüler taşıdığını, hayvanlar arasında nasıl
en güçlü ve en saldırgan olan hayatta kalmayı başarıyorsa, aynı
kanunların insanlar için de geçerli olduğunu söylemiştir. Bu düşüncenin
benimsenmesiyle, savaşlar, acılar ve katliamlar dünyanın çok büyük
bir bölümünü etkisi altına almıştır. Darwinizm, dünyaya acı, kan
ve baskı getiren tüm hareketleri desteklemiş, teşvik etmiş, makul
ve meşru göstermiş ve bu uygulamaların tümüne hak vermiştir. Bu
sözde bilimsel destek neticesinde tüm bu tehlikeli ideolojiler katlanarak
güçlenmişler ve 20. yüzyıla "acılar çağı" damgasını vurmuşlardır.
Tarih profesörü Jacques Barzun, Darwin, Marx, Wagner
isimli kitabında modern dünyanın korkunç ahlaki çöküntüsünün bilimsel,
sosyolojik ve kültürel sebeplerinin değerlendirmesini yapmaktadır.
Barzun'un kitabında yer alan şu yorumlar, Darwinizm'in dünya üzerindeki
etkisi açısından dikkat çekicidir:
…1870 ve 1914 yılları arasında her Avrupa ülkesinde
silahlanmayı isteyen bir savaş partisi, acımasız bir rekabeti isteyen
bireyci bir parti, geri kalmış insanlar üzerinde serbest bir el
isteyen emperyalist bir parti, yabancılara karşı içten tasfiyeyi
sağlayacak olan sosyalist bir parti vardı… Bu partilerin tümü zaferi
kutladıklarında ya da yenildiklerinde hatta daha önce, bilimin tekrar
canlanması anlamına gelen Spencer (Sosyal Darwinizm'in kurucusu)
ve Darwin'i desteklemişlerdi. Irk biyolojikti, sosyolojikti; Darwinciydi.
(Jacques Barzun, Darwin, Marx, Wagner, Garden City, NY: Doubleday,
1958 s.94-95, s. 70)
19. yüzyılda Darwin canlılığın yaratılmadığı, tesadüfen
oluştuğu ve insanın hayvanlarla ortak bir atadan tesadüfler sonucunda
meydana gelmiş olan en gelişmiş organizma olduğu iddiasını ortaya
attığında, belki çoğu kimse bu iddianın sonuçlarını tahmin edememişti.
Ancak 20. yüzyılda bu iddianın sonucu çok acı tecrübelerle yaşandı.
İnsanları gelişmiş bir hayvan gibi görenler, zayıf olanların üzerine
basarak yükselmekten, hasta ve zayıf olanları bir şekilde yok etmekten,
farklı ve aşağı gördükleri ırkları ortadan kaldırmak için katliamlar
yapmaktan hiç çekinmediler. Çünkü bilim maskesi takmış teorileri,
onlara bunun "doğanın bir kanunu" olduğunu söylüyordu.
İşte Darwinizm'in dünyaya getirdiği belalar bu
şekilde başladı ve hızlanarak tüm dünyaya yayıldı. Oysa 19. yüzyılda
materyalizmin ve ateizmin, Darwin'den aldıkları destekle güçlenmesine
kadar, insanların büyük bir çoğunluğu tüm canlıları Allah'ın yarattığına
ve insanın diğer canlılardan farklı olarak Allah'ın yarattığı bir
ruha sahip olduğuna inanıyorlardı. Hangi ırktan, hangi milletten
olurlarsa olsunlar, insanlar Allah'ın yarattığı birer kul olarak
görülüyordu. Darwinizm'in getirdiği ve güçlendirdiği dinsizlik ise,
rekabetçi ve acımasız bir dünya görüşünün, ahlaka önem vermeyen,
kendisini ve insanları gelişmiş hayvanlar olarak gören kitlelerin
oluşmasına neden oldu. Allah'a karşı sorumlu olduklarını reddeden
insanlar, her türlü bencilliğin meşru görüldüğü bir kültür meydana
getirdiler. Bu kültürün içinden pek çok "izm" doğdu ve bunlar insanlığa
gerçek anlamda birer "bela" oldu.
|