Şeytanın Küfürle Birlikte Olmaya Teşvik Eden Negatif Telkinleri

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf; 200,201)

Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı da, sizi Allah ile aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır; 5,6)

Müminlerin imtihanları yalnızca nefsleriyle değil, aynı zamanda bu nefsi tahrik edip kışkırtan, onu saptırmak amacıyla son derece ayrıntılı plan ve tuzaklar kuran, ona sinsice telkinler veren şeytanla da olmaktadır. Sonuçta müminin karşısında hem kendi nefsinin hem de şeytanların ortaklaşa bir faaliyeti söz konusudur. Bu nedenle, Hz. Adem’den itibaren insanların baş düşmanı olan ve Kuran’da çok geniş olarak ele alınan İblis ve onun avanesini bu konuda göz ardı etmek onların oyununa gelmek olur.

Şeytanın özellikle konumuzla ilgili kullandığı telkin ve vesveselere değinmeden önce, onun genel yöntemlerine, müminlere karşı bakış açısına kısaca göz atmak yararlı olur. Kuran’ın “şeytanın fırkası” olarak tanımladığı inkarcılar zaten doğru yoldan sapmış ve şeytana tabi olmuş bir kavim oldukları için, şeytanı asıl rahatsız eden müminlerin durumudur. Müminlerin, imanları sebebiyle kendisinden üstün olmalarını hazmedemez. Kendisinin Allah katında kınanmış kovulmuş, aşağılanmış, lanetlenmiş ve ebediyen cehenneme mahkum olmuş, müminlerin ise övülmüş, yükseltilmiş ve cennetle müjdelenmiş olmalarını kibirine yediremez. Bu yüzden en çok çabayı ve mücadeleyi, sonsuz bir kin ve kıskançlık beslediği müminleri saptırmak ve onları doğru yoldan çıkararak kendisi gibi cehennemlik yapmak için sarfeder. Kuran, şeytanın bu çabasını şöyle anlatmaktadır:

(Şeytan) Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Araf; 16,17)

Şeytan, başta müminlerin nefislerinin hoşlarına giden şeyleri kullanarak onları azdırmaya, isyan ve günahı, süslü ve cazip göstermeye çalışır. Bunda başarılı olamazsa bu sefer de günah ve kötülükleri zararsız ve meşru bir kılıfta sunarak müminleri aldatmayı dener. Bundan da bir sonuç elde edemezse yukarıdaki ayette söylediği gibi müminlerin doğru yolları üzerine oturup onlara sağ yanlarından yaklaşır. Bu yöntemle, Allah’ın razı olmadığı şeyleri din adına, Allah adına yapılması gerekli şeylermiş gibi telkin eder; tamamen nefsani olan hareketleri hizmet, ibadet kisvesiyle yaptırmaya çalışır. Bu sonuncu hilenin diğerlerine göre, aldatıcı ve kafa karıştırıcı yönü daha fazladır. Bu nedenle, insanlar, şeytanın Allah ile aldatmasına karşı Kuran’da özel olarak uyarılırlar:

Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı da, sizi Allah ile aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır; 5, 6)

Allah’ın uyarısını dikkate almayıp farkında olmadan şeytanın bu tuzağına düşenlerin pek iç açıcı olmayan durumları diğer bir ayette tarif edilirken, müminler de dolaylı yoldan tekrar ikaz edilirler:

(Münafıklar) Onlara seslenirler: “Biz sizlerle birlikte değil miydik?” Derler ki: “Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, gözetip-beklediniz, kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah’ın emri geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu.” (Hadid; 14)

Görüldüğü gibi, ayette söz konusu olan kimseler dünyadayken kendilerini müminlerle birlikte sandıkları halde, gerçekte şeytanın tuzağına düşmüş, aldanmış ve ahirette kendilerini müminlerden çok farklı bir konumda bularak şaşkınlığa düşmüşlerdir. Fakat, ne yazık ki artık iş işten geçmiş, kendilerine tanınan süre dolmuş ve bu durumlarını telafi imkanları kalmamıştır.

Broşürün genelinde incelemekte olduğumuz, “zayıf imana sahip kişilerin nefsani amaçlarla küfür ortamına girmeleri” konusuna gelince, bu, şeytanın, az önce saydığımız hile ve oyunlarının tümünü seferber ettiği bir konudur. Çünkü bu konu şeytanın bu tür kişileri kendi saflarına çekmesi ve kendi dostlarının arasına katması için başvurduğu en can alıcı yöntemi teşkil eder. Şeytan bu yöntemle onları daha önceden yoldan çıkarıp kendisine bağladığı inkarcıların arasına sokarak onların müminlerden uzaklaşmalarını ve küfürle yakınlaşmalarını sağlamak ister. Onların nefislerini tahrik edip azdırarak Allah’ın sınırlarını çiğnemelerine, ve bunu zamanla alışkanlık haline getirerek dinden tamamen uzaklaşmalarına zemin hazırlar.

Bu kötü sonuca düşmemek için en başta şeytanın hile ve tuzakları, telkin metodları hakkında bilgi sahibi olmak, hazırlıksız ve gafil avlanmamak lazımdır. İlerleyen sayfalarda, şeytanın konumuzla ilgili telkinlerini inceleyeceğiz.

“Meşru Gösterme” Telkini

Gaflet ve rehavet anlarında nefs, haram olmayan ancak faydası da olmayan, “boş” işlerle insanı meşgul etmek ister. Bunlar, örneğin, sokağa çıkıp boş ve amaçsız bir şekilde vakit öldürmek, iyi arabalar kullanmak, güzel giyinip eğlence yerlerine gitmek ya da benzeri hareketler olabilir. Bunlar tek başına ele alındığında gerçekten de meşru, helal hareketlerdir. Şeytan da en çok, olayın bu “meşru görünme” yönünü kullanır.

Konunun başından beri ele aldığımız gibi müminin, sahip olduğu konum, yüklendiği dava göz önüne alındığında, her an her meşru hareketi yapması meşru olmaz. Mümin, yeryüzünde Allah’n halifesidir ve hayatı boyunca Allah tarafından kendisine ayrılmış bir vazifesi ve mücadelesi vardır. “(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın..." (Bakara; 193) ayeti, bu mücadelenin amacını ve kapsamını gayet iyi açıklar. Bu savaşın günümüzde fikir ve düşünce düzeyinde gerçekleşmesi gerektiği açıktır. Ayette kastedilen fitnenin bugün bütün yeryüzünü sardığı dikkate alınırsa, müminin yirmidört saatini bu temel vazifeye göre planlaması gereklidir. Kuran’da belirtilen bütün ibadetleri de kapsayan bu mücadele programı, zaten mümine boş ve amaçsız geçirebileceği bir zaman bırakmaz.

Bu nedenle müminin her zaman her meşru şeyi yapabilmesine zaten teknik açıdan imkanı yoktur. Zira böyle bir arayış içine girmesi, onun öncelikle yapması zorunlu olan şeyleri yapmasını engelleyecektir. Kaldı ki bu tür arayışlara küfür ortamında girmeye yeltenmek olayın ciddiyetini çok daha ileri boyutlara sürükler.

Şuurlu, aklı başında bir mümin de, yerine getirmesi gereken bunca sorumluluğun arasında bile bile küfrün arasına karışıp nefsinin sınırsız arzularını tatmin etmeye uğraşmasının ne kadar büyük bir vicdansızlık olacağını idrak eder. Zaten bu dünyada çok kısa bir süre kalıp, gitmesi gereken yere gideceğini bilir. Dünyada kendisine tanınan zamanı ganimet bildiğinden, onu en iyi şekilde kullanmaya çalışır. Küçük kaçamaklara tenezzül etmez.

“Özgürlüğün Kısıtlandığı” Telkini

Şeytan yukarıdaki yöntemle başarıya ulaşamayınca, mümine başka bir yönden yanaşıp ona dini yaşamanın, Allah’a ve Resul’üne itaat etmenin, insanın özgürlüğünü, bağımsızlığını kısıtlayıcı bir hayat tarzı olduğunu fısıldamaya başlar. İnkarcıların ne kadar özgür ve başlarına buyruk yaşadıklarını, dilerse onun da öyle yaşayabileceğini telkin eder. Şeytanın bu yalnızca göz boyamaya yönelik, süslü telkinlerine kapılmamak için en başta olayların ve kavramların Kuran’a bağlı tanımlamalarını bilmek gereklidir. Burada söz konusu olan “özgürlük” kavramı da bunlardan biridir.

Kuran’a bakıldığında müminin, canını, malını Allah’a satmış, O’na tamamen teslim olmuş, yalnızca O’nun hoşnutluğunu arayan ve gerçek yurdu olan ahireti anan bir kimse olduğu görülür. Bu yüzden özgürlük anlayışı da müminin bu bakış açısı içinde değerlendirilmelidir. Mümin için özgürlük, kafirlerin anladığı gibi Allah’ın sınırlarını çiğnemede, gerçekte kölesi haline geldiği nefsinin ve diğer sayısız putlarının emirlerini yerine getirmede sahip olunan bir özgürlük değildir. Müminin özgürlük kavramı, 24 saat açık havada dolaşmayı, amaçsız ve anlamsız tavırlar sergilemeyi de içermez. Bu anlamda sokaktaki köpekler, sudaki balıklar, havadaki kuşlar herkesten daha özgürdür, ama bu özgürlük onların “kuş beyinli” olmalarına, hayvanlığın ötesine geçmelerine çare değildir. Sokak serserileri, ayyaşlar da tamamen özgürdürler; istedikleri çöplükte, beğendikleri köprünün altında uyuyabilir, diledikleri gibi bağırıp-çağırabilirler. Oysa elbetteki değer taşıyan özgürlükler bunlar değildir.

Gerçek özgürlük, ancak gerçek din tam anlamıyla yaşandığı takdirde elde edilebilir. Allah’ın emirlerini gözetmeden, yalnızca nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda yaşayan bir kişi kendisinin özgür bir insan olduğu hissine kapılabilir. Çünkü imanın ve Allah’a teslimiyetin getirdiği gerçek özgürlüğü tatmadığı için müminler gibi karşılaştırma yapma imkanı yoktur.. Oysa, dinden kaçıp din dışı bir hayatı benimseyerek özgürlüğüne kavuşacağını sanan kişi, aslında tâbi olduğu din dışı sistemin kendisini uymaya mecbur kıldığı birçok zorlayıcı, kısıtlayıcı ve yasaklayıcı kurallarıyla zincirlenip çoktan özgürlüğünü kaybetmiştir bile. Artık, bu din dışı sistemde hayatını sürdürebilmesi için bu sistemin kurallarına, adamlarına, patronuna, müdürüne, işçisine, babasına, sevgilisine,vs., Kuran’da hiç yeri olmayan ancak toplumun zamanla oluşturduğu örf, adet ve geleneklere, sayısız sosyal yaptırımlara, Allah’ın ondan istemediği ama kendi taassubundan ötürü kendisine koyduğu prensiplere uymak zorundadır. Sonuçta Allah’ın kulu olmaktan kaçıp binlerce sahte ilahın (putun) emrine girer. Ayette şöyle denir:

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri, onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin; 74,75)

Bu din dışı sistemin esiri, kölesi haline geldiğini farketse de bunu itiraf etmeyi gururuna ve kibirine yediremez. İçinde bulunduğu durumu, tecrübe ve olgunluk sahibi bir filozof edasıyla “hayatın gerçekleri” olarak tanımlar. Gerçek oldukları doğrudur, fakat bunlar hayatın değil “küfrün gerçekleri”dir. Yaşadıkları, başlarına gelen herşey Allah’ın küfre dünyada ve ahirette vaadettiği acı gerçeklerin yalnızca çok küçük bir bölümüdür. Oysa hayatın başka gerçekleri de vardır. Bunlar da “imanın gerçekleri”dir. Küfrün gerçeklerinden ise çok farklıdır. Müminin, imanın gerçekleri üzerine kurulu yaşamının da doğal olarak küfrün azap dolu yaşamıyla uzaktan yakından bir benzerliği yoktur.

Din her zaman, toplumun ve insanların kişi üzerindeki sayısız baskılarını, yaptırımlarını, yönlendirici kurallarını, dahası kişinin kendi kendisine koyduğu kuralları, prensipleri, her türlü taassubu ve olumsuz telkini kırar, yokeder. Bunu da Kuran ve O’nunla hükmeden elçisi vasıtasıyla gerçekleştirir:

... (Resul) onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf; 157)

Diğer önemli bir nokta da özgürlük kavramının fiziksel olmanın ötesinde, gerçekte ruhsal bir kavram olmasıdır. Özgürlük asıl olarak, Allah’ın insanın ruhuna ve kalbine hissettirdiği genişlik, ferahlık, güven ve huzur duygularının bütünüdür. Bu da kişinin imanı, takvası, tevekkül ve teslimiyeti ile doğrudan bağlantılıdır. Bir ayet, bu metafizik durumu şöyle açıklar:

Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (Enam; 125)

“İman etmeyenlerin göğsünün dar ve sıkıntılı kılınması”, onların özgürlüklerini temelinden yok eden bir durumdur. Her ne kadar görünüşte fiziksel özgürlüğe sahip olsalar da, bu haldeyken o özgürlüğün tadına varamaz, mutlu ve huzurlu yaşayamazlar. Bu yüzden, bir metrekarelik bir zindanda Allah’ın kalbine huzur ve genişlik verdiği bir mümin olmak, kendini özgür zannederek dağ bayır dolaşan, sınır tanımayan, Allah’ın da kalbini daraltıkça daralttığı, sıktıkça sıktığı bir inkarcı olmaktan, kuşkusuz çok daha hayırlıdır.

Peygamber döneminde, başlangıçta nefislerine uyarak savaştan geri kalan üç müslümanın kalplerine Allah tarafından bir uyarı olarak verilen sıkıntı ve darlık da, fiziksel özgürlüğün ruhi özgürlük olmadıkça hiçbir anlam ifade etmediğinin en güzel örneğidir:

(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe; 118)

Buraya kadar anlattıklarımızdan müminin dünyada zindan hayatı yaşayacağı, fakat bundan memnunluk duyması, bütün gün evde oturup sıkıcı ortamlarda bulunması, bir lokma bir hırkayla idare etmesi gerektiği gibi ters anlamlar çıkarmak da kişiyi şeytani bir karamsarlığa sürükler. Kastedilen bellidir: Mümin her anını Allah’ın hoşnutluğuna en uygun hareketi yaparak değerlendirmeli, nefsinin arzularını tatmin etmek için Allah’ın sınırlarından asla taviz vermemelidir. Allah onu yıllarca zindanda da tutsa, dünya hakimi de yapsa Allah’a olan bağlılığından, takvasından, imanından ve ahlakından hiçbir şey kaybetmemelidir.

Gerçek bir mümin, bu dünyadaki her nimetin, her sıkıntının, her ortamın, her durumun kendisinin nasıl davranacağının denenmesi için yaratıldığını bilir. Küfür ise, her ne kadar görünüşte refah içinde, sınır tanımaz bir yaşam sürse de sonunda, “elleri boyunlarına bağlı olarak, (cehennemin) sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, bir çok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın." (Furkan; 13-14) ayetlerinde belirtilen akıbete uğrayacaktır. Mümin, kendisini özgür sanan küfrün, özgürlüğünü ahirette ebediyen yitireceğini, daracık bir mekanda sonsuza kadar hapsolunacağını bilir.

Buna karşın mümin, sonsuz özgürlüğe kavuşacaktır. Kuran, bu durumu şöyle açıklar:

Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip-yarışın,’ ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir. (Hadid; 21)

“Küfrün Elindeki Nimetlerden Mahrum Kalındığı” Telkini

Şeytan mümine, küfrün elinde bulunan bazı nimetleri müminlerle birlikteyken her zaman tadamayacağı, onlara ulaşamayacağı, onlardan mahrum kalacağı, bir daha karşısına böyle güzel fırsatlar çıkmayacağı, bu yüzden de bunları elde etmek için zaman zaman küfre yanaşması gerektiği gibi telkinler verebilir.

zayıf olanlara belki bu tür vesveseler etki edebilir. Oysa ihlaslı mümin, “Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Bakara; 268) ) ayetinin hükmüyle kalbinde böyle mahrumiyet endişelerine yer vermez. Olayların tamamen Allah’ın kontrolünde olduğunun bilincindedir.

Dahası, küfrü ve cahiliyeyi terketmenin, onlardan kopup-ayrılmanın mahrumiyete değil, tam tersine Allah’ın rahmetine ve nimetine kavuşmaya vesile olacağına dair Kuran’da çok sayıda örnekler vardır. Bunlardan Kehf (mağara) ehlinin durumu da böyledir:

(İçlerinden biri demişti ki:) “Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.” (Kehf; 16)

Hz. İbrahim için de aynı durum söz konusudur:

(İbrahim,) “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.” Böylelikle, onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak’ı ve (oğlu) Yakup’u armağan ettik ve her birini peygamber kıldık. Onlara rahmetimizden armağan(lar) bağışladık ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik. (Meryem; 48-50)

Ayrıca Allah, şirk koşmayan, ihlaslı müminlere ahirette olduğu gibi dünyada da nimetinden bol bol vereceğini vaadetmiştir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur; 55)

Eğer bir kişi gerçekten iman edip salih amellerde bulunuyor ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmuyorsa, bu ayetin işaretine göre zaten dert ve endişe edecek hiçbir şeyi olmaması gerekir. Bu nedenle akıllı bir mümin, ufak çıkarlara tamah ederek Allah’ın bu vaatlerine kavuşmayı riske atmaz.

Münafık karakterli olanlar ise, müminlerin aksine, zamana karşı dayanıksız olduklarından, gelecek endişesi, yaşlılık korkusu, yaptıkları hesapların tutmaması, beklentilerinin tahmin ettikleri sürede çıkmaması gibi sebeplerle, bir süre sonra dünyalarını kurtarma arayışına girerler. Allah bu münafık zihniyetini şöyle tarif eder:

İşte kalplerinde hastalık olanların: “zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. (Maide; 52)

İlk başta mümin görünümünde diğer müminlerle birlikte hareket eden münafıklar, zamanla İslam davasından dünyevi bir kazanç elde edemeyecekleri endişesine varıp gerisin geriye dönerler. O ana kadar mümin topluluğu içinde geçirdikleri süreyi de boş bir aldanış olarak görürler. Zamanın münafıklar üzerindeki bu yıpratıcı etkisi başka ayetlerde de çeşitli yönlerden ele alınır:

Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: “Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaadetmedi” diyorlardı. (Ahzab; 12)

Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. “Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık.” diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe; 42)

Münafıkların tam tersine, salih bir mümin zaten “katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri" (Sad; 46 ) 'nden olduğu için bütün hayatı boyunca çile çekeceğini, yoksul kalacağını, zorluklarla mücadele edeceğini bilse bile Allah’ın yolundan dönmez, Allah’ın rızasının en çoğunu gözetmekten hiçbir zaman taviz vermez. Allah gerekirse mümini sınamak, onun günahlarını bağışlamak, ahiretteki makamını yükseltmek, ruhunu inceltmek, kalbindeki pislikleri temizlemek ve onu arındırmak için bütün ömrü boyunca sıkıntı, darlık ve çile de verebilir. Bu durumda bile samimi mümin, Allah’ın rahmetinden ümidini keserek geçici çıkar ve zevkler için, küfre, dünyaya en ufak bir meyil göstermez, sabreder, Allah’ın kendisi için yazdığını ister. Kaderine razı olur.

Monotonluk Telkini

Belli şartlar altında, halis niyetle yapılan bir hareket zamanla alışkanlık haline gelebilir. Bu durumda insan, sözkonusu hareketi, ortada bir gereklilik kalmadığı zamanda da sürdürmek isteyebilir. Oysa Allah’ın rızasının en çok bulunduğu davranış biçimi, farklı zaman ve şartlara göre farklılık gösterebilir. Akıllı mümin de her zaman değişebilen bu şartları değerlendirerek, yapılması gereken en ideal hareket ve davranış tarzını kavrayıp uygulayan mümindir. Aklını kullanmaya pek alışık olmayan kimseler ise, her durumda belirli sabit davranış kalıplarını uygular, bunun başarısız sonuçlarından da ibret almazlar.

Bir gün İslam’ın menfaatine olan bir işi, başka bir gün yeniden yapmak oldukça boş ve anlamsız olabilir. Bunun gibi, belirli zamanlarda gidilmesi gereken bir yere sürekli gitmeyi alışkanlık haline getirmek, tümüyle zaman kaybına sebep olur. Şeytan da düşünme ve akletme tembelliğiyle muzdarip olan kimselere bu yolla musallat olur. Onları ne İslam’a ne de kendilerine fayda vermeyen, aksine zarar getiren, önemsiz, tek düze ve kalıplaşmış işlerle meşgul etmeye uğraşır. Onlara bu yaptıklarını yararlı ve gerekli şeylermiş gibi gösterip müminleri gerçek hedeflerinden, öncelikli konulardan saptırmaya, onları pasifize edip, geri bırakarak İslam davasını baltalamaya çalışır. Onları bu şekilde, küfürle ve küfür sistemiyle boş yere haşır neşir olacağı ortamlara sık sık sokarak imani derinliklerinin azalmasını, küfrün yoğun negatif telkinlerine maruz kalıp manevi yönden yıpranmalarını ister.

Kuran’a göre hareket eden, onun emir ve yasaklarına uyan bir müminin zaten aklı ve şuuru son derece açık olur. Bu yüzden, şeytanın bu tür tuzaklarına aldanacak bir şuur kapanıklığına sahip olduğunu hisseden bir kişi öncelikle her işi bırakıp içinde bulunduğu durumdan ve “kovulmuş şeytan”dan Allah’a sığınmalıdır. Hemen sonra da, samimi bir değerlendirme yapıp, kendisinde bu donukluğu meydana getiren sebepleri bulmalıdır. Bunlar, Allah’la olan manevi bağlantısında, Kuran’a uymasında, Allah’ın sınırlarını gözetmesinde ortaya çıkan eksiklik ve gevşekliklerdir. Bunları düzeltebilmek için de, Allah’a dua etmeli, yalvarmalıdır. Çünkü içinde bulunduğu anormal ruh halinden kurtulması, “şeytanın pisliklerini” üzerinden atması, aklını kurtarması, o haliyle yapacağı bütün işlerden çok daha önemlidir. Zira Peygamberimizin dediği gibi, “aklı olmayanın dini yoktur”. Dini olmayanın da ahiretteki konumu bellidir: Kuran’ın ifadesiyle, “çalışmış, boşuna yorulmuştur." (Gaşiye; 3)

“Tedbirli Olma” Telkini

Bu, genellikle İslamiyet’le yeni tanışan kişilerde rastlanan ve İslam dışı bir hayatı benimsemiş olan yakınlarından ve eski çevresinden tepki alma, eziyet görme korkusuna dayanan bir telkindir. Şeytan, kişideki bu tür zaafları kullanarak, onu eski dostlarıyla, çevresiyle sürekli birlikte tutmak ve onların din dışı telkinlerine maruz bırakmak ister. Bunu sağlamak için, insana, “eski çevrene karşı göze batmamak için onlarla da vakit geçirmelisin” şeklinde vesveseler verebilir.

Gerçekten de insanın müslüman olmasından dolayı yakın çevresinden maddi veya manevi zarar görme ihtimali varsa, ya da dinin menfaatleri öyle gerektiriyorsa, Kuran’ın ölçüleri içerisinde çeşitli tedbirleri alması gerekir. Bu tür bir istisnaya aşağıdaki ayette de yer verilmiştir:

Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan hiç bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır. (Al-i İmran; 28)

Kuran’da belirli şartlar altında küfre karşı tedbir alınması yönünde—kendini belli etmeme, imanını gizleme gibi—pek çok örnekler vardır. Tabi bunların uygulanma şekilleri de küfrün davranış tarzına, azgınlığına göre değişir. Burada önemli olan aradaki dengeyi çok iyi kurabilmektir. Ne ucuz kahramanlık sevdasıyla lüzumsuz gerginlikler, suni problemler yaratılmalı, ne de tedbir adı altında küfürle içli dışlı olunmalıdır. Yalnızca ibadet kastıyla davranmalı ve gerekli olan süreden bir dakika bile fazla onlarla birlikte vakit geçirmemeye özen göstermelidir.

Önce tedbir kastıyla başlayıp sonra hal, tavır, davranış ve düşünce olarak küfrün yapısından etkilenmeye, rahatsızlık duymamaya, hatta daha da ötesi küfre karşı duygusal bir yakınlık duymaya başlamak ise, olayın rahmani boyuttan çıkıp şeytani boyuta girdiğinin en büyük belirtisidir.

Herşeyden önce, alınan tedbirin türü ne olursa olsun, hayati bir tehlike ya da önemli bir fiziki zarar görme durumu olmadığı sürece bu, Allah’ın farz veya haram kıldığı konuları ihlal etmeye bir gerekçe olamaz. Burada mümin imtihan edildiğini, en güzel şekilde sabredip yardımı Allah’tan beklemesi gerektiğini bilmelidir. Başta peygamberler olmak üzere Kuran’da örnek verilen müminlerin çoğu yakın çevreleriyle imtihan edilmişler, fakat Allah’ın dini konusunda taviz verip gevşeklik göstermemişler, onlara meyletmemişlerdir. Diğer müminlerin de mutlaka küfürle bu şekilde imtihan edilecekleri ve buna sabretmeleri gerektiği ayetlerde bildirilmiştir:

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir. (Al-i İmran; 186)

Hizmet Telkini

Şeytan, bu bölümün en başında da anlattığımız gibi, doğrudan saptıramadığı, Allah’a isyana sürükleyemediği kimseleri Allah ve din adına saptırmaya çalışır. Bu, şeytanın en sinsi hilelerinden birisidir. Nitekim Allah, müminleri, “aldatıcıların Allah ile aldatması”na karşı uyanık olmaya çağırır:

... Şüphesiz Allah’ın va’di haktır. Artık dünya hayatı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman; 33)

Kişi bazı durumlarda, din adına yaptığını sandığı bir işte, aslında tamamen nefsinin bazı arzularını tatmin etmeye uğraşıyor olabilir. Böyle anlarda nefs ve onun en büyük akıl hocası olan şeytan bu istekleri İslam’a hizmet kılıfına sokmada son derece kabiliyetlidirler.

Allah müminin dünyadaki mücadelesi esnasında ona birçok nimetler verebilir, onu nefsinin hoşuna gidecek çeşitli ortamlara sokabilir. Müminin, dava bilincini kaybetmediği, niyetini ve ihlasını en baştaki şekliyle koruduğu takdirde, Allah’ın karşısına çıkardığı bu meşru nimetlerden zevk almasında, faydalanmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Allah’ın verdiği bu nimetler onun Allah’a daha çok şükretmesi, O’na daha da yakınlaşması için çok güzel vesilelerdir.

Ancak başlangıçta dava için, dinin hayrı için yapılan bir hareket, bir müddet sonra amacından sapabilir, davanın imkanları ve yöntemlerinden kaynaklanan bazı nimetleri amaç haline getirebilir. İşte bu noktada, şeytanın tuzağına düşülmüş olur. Bu tuzağa düşen kişi, o işten hiç bir ecir kazanamayacağı gibi, Allah rızası bahanesiyle yaptığı bu işten putlarına da (nefsine, hevasına) pay ayırır ve bilincinde olmadan Allah’a şirk koşmak gibi ağır bir suçu işlemiş olur. Yüzde yüz Allah’ın rızasının gözetilmediği, aynı anda putların da rızasının gözetildiği ibadet görünümündeki bir işin Allah katındaki durumu ve sonucu ayette somut bir benzetmeyle açıklanmıştır:

O’nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: “Bu Allah’ındır, bu da ortaklarımızındır” dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah’a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam; 136)

Daha önce de ayrıntılı olarak ele aldığımız gibi, bir zorunluluk ya da Kuran’ın gösterdiği bir hedef olduğu zaman elbette küfür ortamına girilir. Ancak, Allah ve din adı altında, işi hizmet kılıfına sokarak bir takım nefsani amaçlar uğruna küfrün bulunduğu ortamlara girmeye çalışmak çok büyük bir samimiyetsizliktir. İnsanın, şeytanın bu tür sinsi yumuşak geçişlerine karşı son derece uyanık olup niyetini kontrol etmesi, küfrün arasına girmeyi gerçekten Allah rızası için mi yoksa heva ve hevesini tatmin etmek için mi istediğini samimi olarak kendi nefsinde sorgulaması gerekir. Aslında yapılan işin ihlaslı mı yoksa nefsani mi olduğunu herkes kendi vicdanında farkeder. Halis müminler de ilk bakışta bunu rahatlıkla anlar, ona göre gerekli tavrı sergilerler.

“İş İşten Geçti” Telkini

Bir önceki maddede ele aldığımız ruh halinin meydana getireceği en büyük tehlike, insanın zamanla kendine olan güvenini ve samimiyetini kaybetmesidir. Bu güven bir kere sarsılınca, bunun ardından, şeytanın çeşitli kışkırtmaları ardı ardına gelir. Şeytan, insana, “sen samimiyetsizsin, sağlam bir mümin değilsin” gibi telkinlerde bulunmaya başlar. Bu psikoloji içinde yapılan bir hata, katlanarak birbiri ardına gelen yeni hatalara yol açar. Avami dilde “battı balık yan gider” şeklinde özetlenen bu psikoloji, küçük bir hata işlemiş olan bir insanı, kısa sürede büyük bir çöküşe ve daha büyük günahlara sürükleyebilir.

Oysa bu, şeytanın bir tuzağıdır. Kuran’a göre, bir insan ne kadar günah işlerse işlesin, “geri dönülmez” bir noktaya varmaz. Bir başka deyişle, zararın neresinden dönülse kardır.

İnsan çeşitli sebeplerden dolayı nefsine uyarak küfür ortamına ve yaşantısına meyletmişse hemen samimi olarak tevbe edip bağışlanma dilemeli, Allah’a sığınıp dua etmelidir. Şeytan muhakkak bu arada, “iş işten geçti, artık çok geç; bu kadar günahtan sonra kurtuluş olmaz; madem bu kadar günaha battın bari hakkını ver” gibi çeşitli kışkırtmalarla o kişinin tevbe edip doğru yola yönelmesini engellemeye çalışacaktır. Oysa ne kadar kötü bir durumda olursa olsun hatasını farkedip samimi bir kalple Allah’tan bağışlanma dileyen bir kimseyi Allah geri çevirmez. Bu, Allah’ın sonsuz merhametinin bir gereğidir:

De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbinizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel.” (Zümer; 53-55)

Allah sonsuz büyüklüğü ile birlikte sonsuz bir bağışlamaya sahiptir. Bir insan tevbe edip günahından vazgeçince, onun eski kötülüklerini affedip iyiliğe çevirir. Kuran, bu durumu şöyle ifade eder:

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan; 70,71)

İnsan önceden birçok defa aynı günahı işlemiş olsa da, pişman olup yeniden tevbe edebilir. Bu noktadan sonra, Allah, o kişide köklü karakter değişikliği yaratıp, onu çok daha üstün bir konuma getirebilir. Allah münafıklıktan bile pişman olup o konumda ısrar etmeyenler için tevbe kapısını açık bırakmıştır:

Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere büyük bir ecir verecektir. Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir. (Nisa; 145-147)

Allah’ın bu sonsuz bağışlayıcılığı sürekli akılda tutulmalı ve bunun rahatlığını yaşamalıdır. Ancak burada ince bir çizgi vardır. Kişi, hiç bir zaman, “ben günah işleyeyim, nasıl olsa Allah bağışlar” gibi çarpık bir mantık geliştirmemelidir. Çünkü Allah’ın bağışlaması, ancak samimiyetle mümkün olur. Oysa sözünü ettiğimiz mantık tam anlamıyla samimiyetsizliktir. Bu tür bir mantık, günahı ve ihlassızlığı alışkanlığa döndürür. İhlassız hareketleri alışkanlık haline getirmek ise, insanı münafıklığa sürükler.

Allah’ın bu sonsuz bağışlayıcılığı sürekli akılda tutulmalı ve bunun rahatlığını yaşamalıdır. Ancak burada ince bir çizgi vardır. Kişi, hiç bir zaman, “ben günah işleyeyim, nasıl olsa Allah bağışlar” gibi çarpık bir mantık geliştirmemelidir. Çünkü Allah’ın bağışlaması, ancak samimiyetle mümkün olur. Oysa sözünü ettiğimiz mantık tam anlamıyla samimiyetsizliktir. Bu tür bir mantık, günahı ve ihlassızlığı alışkanlığa döndürür. İhlassız hareketleri alışkanlık haline getirmek ise, insanı münafıklığa sürükler.

Kuran’a baktığımızda, ihlassız bir davranışı, bile bile alışkanlık haline getirmenin, Allah’ın önemli bir sınırını ısrarla çiğnemenin, çok büyük bir tehlike olduğunu görürüz. Bu tavrı gösteren kişi, “onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca’ onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik.“ (Araf; 166) ya da cehennem ehli için söylenen, “Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı. (Vakıa; 46)ayetlerinin kapsamına gireceğini unutmamalıdır.

Dini tanıyıp öğrendikten sonra bu tür bir tavır göstererek küfre düşmek, insanı diğer inkarcılardan da aşağı bir konuma sürükler.

İhlasızlığı alışkanlık haline getiren kişi, zamanla duyduğu vicdan azabını bastırabilmek için kendi kendini, yaptığı işin doğru olduğuna inandırmaya başlayabilir. Ve aynı şekilde müminleri de kandırdığını, idare ettiğini sanabilir. Ayetlerde de bu durum şöyle tarif edilir:

(Münafıklar sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır. (Bakara; 9,10)

“Ben küfrün yanında eğlenirim, sonra vicdanımı rahatlatmak için de müminlerin arasına dönerim, günlük ibadetlerimi de yaparım” gibi bir çifte standart mantığı da şeytanın en önemli hilelerinden birisidir. Böyle bir mantığın Kuran’ın ruhuna ve hükümlerine tamamen zıt olduğu açıkça ortadadır. Kuran böyle kimseleri “Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın.” (Nisa; 143) ayetiyle tarif eder. Ayette belirtilen özellik de münafık özelliğinden başkası değildir. Hemen bir önceki ayette de bu çarpık zihniyete sahip münafıkların diğer belirleyici özellikleri sayılmıştır:

(Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar. (Nisa; 142)

Bir insan ya müslümandır, ya değildir. Eğer kendine göre bir “karışım” oluşturmaya çalışır, İslam’ın hoşuna giden yönlerini alıp, nefsine ağır gelen yönlerine yüz çevirirse, “yarım müslüman” olmaz, ya müşrik ya da münafık olur. Bir ayet, bu gibilerinin durumunu şöyle açıklar:

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac; 11)

“ Bu çarpık zihniyete sahip olan münafıklar, aynı yüzsüzlüklerini ileride de sürdürecek, kendilerinin müminlerle birlikte olduklarını iddia edecek ve “(biz de) sizinle birlikte değilmiydik?” (Nisa; 141) diyerek müminlerin başarısından pay almak isteyeceklerdir. Oysa, Allah da, müminler de kimin ne olduğunu bilmektedirler. Kuran bu gibiler hakkında şu hükmü verir:

Onlar sizi gözetleyip-duruyorlar. Size Allah’tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse: “Sizinle birlikte değil miydik?” derler. Ama kafirlere bir pay düşerse: “Size üstünlük sağlamadık mı, mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?” derler. Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kafirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa; 141)

Sonuç: Şeytanın Hilesi Zayıftır

Bu bölümün başından bu yana, şeytanın müminleri saptırıp şaşırtabilmek için kullandığı yöntemleri inceliyoruz. Ancak şeytan ne denli karmaşık yöntemler izlerse izlesin, bu yöntemlerin, “yalnızca” Allah’a güvenip dayanan müminler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Kuran, bu kuralı şöyle bildirir:

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiç bir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O’na (Allah’a) ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl; 99,100)

Demek ki şeytanın bu tür hile ve tuzaklarına kapılanların, en başta imanlarıyla ilgili önemli sorunları olduğu kesindir. “... Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır” (Nisa; 76) ve “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiç bir zorlayıcı-gücü yoktur“ . (Nahl; 99) hükümleri gereği, şeytan, hiç de “karşı konulamaz” bir güce sahip değildir. Dolayısıyla, şeytanın bu derece zayıf hile ve düzenlerine kapılanların imanlarının zayıf olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim, şeytanın kendisi de, ihlaslı ve samimi müminleri kışkırtıp saptıramayacağını itiraf eder:

Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.” (Hicr; 39,40)