M

Makro Evrim Masalı

Evrimciler türler içindeki çeşitliliği, yani varyasyonu "mikro evrim", yeni türlerin oluşması varsayımını ise "makro evrim" olarak adlandırırlar. Evrimcilerin bu tanımlamalarda kullandıkları çarpıtmalardan ilki "mikro evrim" safsatasıdır. Evrimciler, güya mikro evrim herkesçe kabul edilen açık bir bilimsel gerçekmiş, makro evrim de mikro evrimin daha uzun zamana yayılmış bir sonucuymuş izlenimi vermeye çalışırlar. Herşeyden önce vurgulanması gereken nokta, "mikro evrim" diye bir sürecin de gerçekte var olmadığıdır. Evrimciler başta da belirttiğimiz gibi türler içindeki çeşitlenme (varyasyon) olayına "mikro evrim" adını takarak bu olaya sözde evrimsel bir süreçmiş görünümü vermeye çalışırlar. Oysa, durum hiç ilgisi olmayan bir olaya, içinde "evrim" sözcüğü geçen bir isim takarak göz boyamaya çalışmaktan ibarettir. Çeşitlenme yani varyasyon, her türün gen havuzundaki bilgilerin o türün bireyleri arasındaki çaprazlanmalar sonucunda ortaya çeşitli farklı gen kombinasyonlarının çıkmasından ibarettir. Sonuçta o türün gen havuzuna eklenen yeni bir bilgi yoktur. Dolayısıyla ortada evrim gibi bir süreç yoktur (bkz. Mikro evrimin geçersizliği).

İkinci çarpıtma ise türün kendi içindeki sözde mikro evrimlerin daha uzun zaman içinde birikmesi sonucunda "makro evrim", yani tür değişimlerinin meydana geldiği iddiasıdır. Oysa, "mikro evrim" diye bir kavramın gerçek dışı olduğu anlaşılınca, "makro evrim" iddiasının da hayali dayanağı ortadan kalkmış olur. Çünkü mikro evrim gibi bir süreç yaşanmadığına göre, sözde bunların birikmesiyle oluştuğu iddia edilen "makro evrim" gibi bir kavram mantıken bütünüyle iptal olmuş olur.

"Makro evrim" ve "mikro evrim" gibi hayali kavramların ve bunlara dayalı varsayımların gerçekte türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, birçok evrimci biyolog tarafından kabul edilmiştir. Ünlü evrimci paleontolog Roger Lewin, Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:

Darwin'in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeleri haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı "hayır"dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikro evrimi sağlayan mekanizmaların, makro evrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur... Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır.74

Makro Mutasyon Kandırmacası

Var olduğunu iddia ettikleri ara geçiş formlarının bir türlü bulunamaması evrimcilerin yeni tezler üretmelerine neden olmuştur. Bunlaran biri sıçramalı evrim teorisidir. Bu teori, tür oluşumuna yol açan mutasyonların çok büyük ölçeklerde gerçekleştiğini ya da bazı bireylerin üst üste yoğun mutasyonlara maruz kaldıklarını varsaymaktadır.

Yüzyılın ünlü genetikçilerinden Fisher'ın deney ve gözlemlere dayanarak ortaya koyduğu bir kural, bu varsayımı açıkça geçersiz kılmaktadır. Fisher, bir "mutasyonun bir canlı popülasyonunda kalıcı olabilmesinin, mutasyonun fenotip üzerindeki etkisiyle ters orantılı" olduğunu bildirir.75 Bir başka deyişle, bir mutasyon ne kadar büyük olursa, toplulukta kalıcı olması ihtimali de o kadar azalır.

Ayrıca mutasyonlar canlıların genetik bilgisinde rastlantısal değişiklikler oluştururlar ve hiçbir zaman canlının genetik bilgisini geliştiren bir etkileri yoktur. Aksine, mutasyondan etkilenen bireyler ciddi hastalık ve sakatlıklara maruz kalır. Dolayısıyla bir birey mutasyondan ne kadar fazla etkilenirse, yaşama ihtimali de o kadar azalacaktır. Darwinist Ernst Mayr, bu konuda şu yorumu yapar:

Mutasyonlar sonucunda genetik canavarların oluşması gerçekten de gözlemlenen bir olgudur, fakat bunlar o kadar garip canlılardır ki, ancak "canavarlar" olarak tanımlanabilir. O denli dengesizleşmişlerdir ki, dengeleyici seleksiyon mekanizması vasıtasıyla elenmekten kurtulmak için hiçbir imkanları yoktur... Gerçekte bir mutasyon fenotipi ne kadar çok etkilerse, onun (doğal ortama olan) uygunluğunu o kadar azaltır. Bu tip radikal bir mutasyonun, farklı bir adaptasyon sağlayacak yeni bir fenotip oluşturacağına inanmak, bir mucizeye inanmak demektir... Bu "canavara" çiftleşeceği uygun bir eş bulmak ve bunların popülasyonun normal bireylerinden türeyici bir biçimde izole edilmeleri de, bence asla aşılamayacak zorluklardır.76

Mutasyonların evrimsel bir gelişme sağlamadığı açıktır ve bu gerçek hem neo-Darwinizm'i hem de sıçramalı evrim teorisini çıkmaza sürüklemektedir. Mutasyon bir tahrip mekanizması olduğuna göre, sıçramalı evrim savunucularının sözünü ettikleri makromutasyonlar, canlılar üzerinde "makro" düzeyde tahribatlar oluşturacaktır. Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi Raymond Bohlin, söz konusu mutasyon çıkmazını şöyle anlatırlar:

Sonuçta dönüp-dolaşıp gelinen temel nokta, herhangi bir evrim modelinde, her türlü genetik varyasyonun mutlak kökeninin mutasyon oluşudur. Bazıları, küçük mutasyonların birikmesi düşüncesinin sonuçlarından rahatsız olmakta ve evrimsel yeniliklerin kökenini açıklamak için makromutasyonlara yönelmektedir. Goldschmidt'in "umulan canavarları" gerçekten de geri dönmüştür. Ancak makromutasyonlar tarafından etkilenen popülasyonlar, gerçekte yaşam mücadelesinde yenik düşen popülasyonlar haline gelmektedir. Makromutasyonların, komplekslik artışı sağlanmasının (genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer yapısal gen mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta yetersiz kalıyorlar ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe yaramaz olacaktır; çünkü adaptasyon sağlamayacak ve hatta yıkıcı etkiler oluşturacaktır... Bir nokta son derece açıktır: Mutasyonların, ister büyük isterse küçük olsunlar, sınırsız bir biyolojik değişim oluşturabilecekleri tezi, bir olgudan çok bir inanç olarak kalmaya devam etmektedir.77

Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini gösterirken, sıçramalı evrim savunucularının mutasyonlardan büyük "başarılar" beklemeleri, açık bir tutarsızlıktır.

Malthus, Thomas Robert

İngiliz iktisatçı Thomas Robert Malthus, teorileri ile Darwin'in doğada kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğu ve her canlının sadece kendini düşündüğü fikirlerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Malthus, yiyecek kaynaklarının aritmetik dizi ile artarken, insanların geometrik dizi ile çoğaldıklarını anlatmış ve bu yüzden insanların kaçınılmaz olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi içinde olduklarını öne sürmüştür. Darwin ise bu kıyasıya yaşam mücadelesi kavramını doğaya uyarlamıştır.

19. yüzyılda Malthus'un fikirleri oldukça geniş bir kitle tarafından benimsenmişti. Özellikle, Avrupalı üst sınıfın entelektüelleri Malthus'un fikirlerini destekliyordu. "Nazi Irk Islahı Programının Bilimsel Arka Planı" isimli makalede, 19. yüzyıl Avrupası'nın Malthus'un popülasyon ile ilgili görüşlerine verdiği önem şöyle aktarılmaktadır:

19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'da yönetici sınıfın üyeleri, yeni keşfedilen 'nüfus artışı problemi'ni tartışmak ve fakirlerin ölüm oranlarını artırmak için, Malthus'un fikirlerini uygulamanın yöntemlerini planlamak üzere biraraya geldiler. Vardıkları sonuç özetle şöyleydi: "Fakirlere temizliği tavsiye etmek yerine tam tersi alışkanlıklara teşvik etmeliyiz. Şehirlerimizdeki sokakları daha dar yapmalıyız, daha fazla insanı evlere doldurmalıyız ve vebayı getirmeye çalışmalıyız. Ülkemizde köylerimizi durgun sulara yakın yapmalıyız, bataklıklarda yaşamayı teşvik etmeliyiz vs..."78

İngiltere'de 19. yüzyılda uygulanan "fakirleri ezme" programı ile yaşam mücadelesinde güçlü olanlar zayıf olanları ezmiş ve bu şekilde hızla artan nüfus da dengelenmiş olacaktı. Malthus'un teorik olarak gerekli bulduğu "yaşam mücadelesi", İngiltere'de milyonlarca fakir insanın sıkıntı dolu bir hayat sürmelerine sebep olmuştur.

Marx, Karl

Komünizmin kurucusu olan Karl Marx, Charles Darwin'in yazdığı ve evrim teorisinin temelini oluşturan Türlerin Kökeni adlı kitap için, "bizim görüşlerimizin doğal tarihsel temelini içeren kitap budur işte" demiştir.79

Marx, Darwin'e olan sempatisini en önemli eseri olan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermiştir. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştır: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".80

Komünizmin kurucusu Karl Marx

Komünizmin kurucusu Karl Marx

Amerikalı botanik profesörü Conway Zirckle, komünizmin kurucularının Darwinizm'i neden büyük bir ısrarla benimsediklerini şöyle açıklar:

Marx ve Engels, evrim teorisini, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı yayınlanır yayınlanmaz benimsediler… Evrim, komünizmin kurucuları için, insanlığın doğaüstü bir gücün müdahalesi olmadan nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna getirilen cevaptı ve dolayısıyla savundukları materyalist felsefenin temellerini desteklemek için kullanılabilirdi. Dahası, Darwin'in evrimi yorumlama biçimi -yani evrimin bir doğal seleksiyon süreci içinde geliştiği teorisi- onlara o zamana dek hakim olan teolojik düşüncelere karşı koyma fırsatı veriyordu. Doğal seleksiyon teorisi sayesinde, bilim adamları organik dünyayı materyalist bir terminoloji ile yorumlama imkanı elde etmiş oluyorlardı.81

Amerika'daki The Hoover Institution'da çalışmalarını yürüten sosyal bilimci Tom Bethell ise, Marx ile Darwin arasındaki bağlantının asıl nedenlerini şöyle açıklamaktadır:

Marx, Darwin'in kitabına ekonomik sebepler dolayısıyla hayran kalmamıştır. Marx'ın Darwin'in kitabına hayranlığının en önemli nedeni, Darwin'in evreninin tamamen materyalist olmasıdır. Bu önemli noktada Darwin ve Marx gerçek birer yoldaştılar.82

Marksizm-Darwinizm bağlantısı bugün herkesçe kabul edilen çok açık bir gerçektir. Karl Marx'ın hayatını anlatan kitaplarda dahi bu bağlantı mutlaka belirtilmektedir. Örneğin, Marksist görüşe sahip kitapları yayınlayan bir yayınevi tarafından çıkartılan Karl Marx biyografisinde bu bağlantı şöyle tarif edilir:

Darwinizm, Marksist felsefeyi destekleyen, gerçekliğini kanıtlayan ve geliştiren bir dizi gerçeği takdim etti. Darwinist evrimci fikirlerin yayılması, toplumda bir bütün olarak Marksist düşüncelerin emekçi halk tarafından kavranılması için elverişli zemin yarattı… Marx, Engels ve Lenin, Darwin'in düşüncelerine büyük değer verdiler ve bunların taşıdığı büyük bilimsel öneme işaret ettiler, böylelikle bu düşüncelerin yaygınlaşmasına hız kazandırdılar.83

Öte yandan Marx, tarihin gelişimini ekonomiye dayandırıyordu. Marx'a göre toplum, tarih içinde çeşitli evrelerden geçiyordu ve bu evreleri belirleyen faktör, üretim araçlarıyla üretim ilişkilerindeki değişimdi. Ekonomi, diğer herşeyin belirleyicisiydi. Bu ideoloji içinde, din de ekonomik çıkarlar adına uydurulmuş bir masal olarak tanımlanıyordu; egemen sınıflar, ezdikleri sınıfları pasifize etmek için dini geliştirmişlerdi ve bu batıl anlayışa göre din "halkın afyonu"ydu.

Marx, ayrıca, toplumların bir gelişim süreci içinde birbirlerini izlediklerini düşünüyordu. Köleci toplum feodal topluma, feodal toplum kapitalist topluma dönüşmüştü, sonunda bir devrim sayesinde sosyalist toplum kurulacak ve tarihin en ileri evresine varılacaktı. Marx'ın görüşleri, Türlerin Kökeni adlı kitabın yayınlamasından da önce, evrimciydi. Ancak Marx ve Engels, canlıların nasıl varolduğu sorusunu açıklamakta zorlanıyorlardı. Çünkü canlıları "yaratılmamışlık" temelinde açıklayan bir tez olmadıkça, dinin uydurulmuş bir afyon olduğunu öne sürmek ve tüm tarihi maddeye dayandırmak mümkün olamazdı. Bu nedenle Marx, Darwin'in teorisini hemen benimsedi.

Bugün başta Marx'ın fikirleri olmak üzere her türlü materyalist düşünce temelinden çürümüş durumdadır. Çünkü materyalizmin kendisini dayandırdığı bir 19. yüzyıl dogması olan evrim teorisi çağdaş bilimin bulguları karşısında bütünüyle geçersiz hale gelmiştir. Bilim, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen materyalist varsayımı geçersiz kılmakta ve tüm canlıların üstün bir yaratılışın eseri olduğunu göstermektedir.

Materyalizm

Materyalist felsefe, tarihin en eski düşüncelerinden biridir ve temel özelliği, maddeyi mutlak varlık saymasıdır. Bu düşünceye göre madde sonsuzdan beri vardır ve var olan herşey de maddeden ibarettir. Bu tanım elbette bir Yaratıcı'ya inanmayı da imkansız kılar. Bu mantık gereği, materyalizm tarihin en eski çağlarından beri her türlü Allah inancına ve İlahi dine karşı olmuştur.

Maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve maddenin dışında hiçbir şeyin var olmadığını savunan materyalist felsefenin sözde "bilimsel dayanağı" ise evrim teorisidir.

Materyalizm, doğayı yalnızca maddi etkenlerle açıklamaya çalıştığı ve yaratılışı en baştan reddettiği için, canlı ve cansız her varlığın hiçbir yaratılış olmadan, rastlantılarla ortaya çıktığını ve düzen kazandığını öne sürer. Oysa insan aklı, bir düzen gördüğünde mutlaka bir düzenleyici iradenin var olduğunu kavrayabilmektedir. İnsan aklının bu en temel özelliğine aykırı olan materyalist felsefe, 19. yüzyılın ortasında "evrim teorisi"ni üretmiştir. (bkz. Evrim teorisi)

Materyalizmin iddiasının doğruluğunu bilimsel yöntemle de sorgulayabiliriz. Maddenin sonsuzdan beri var olup olmadığını, maddenin madde-üstü bir Yaratıcı olmadan kendisini düzenleyip düzenleyemeyeceğini ve canlılığı ortaya çıkarıp çıkaramayacağını araştırabiliriz. Bunu yaptığımızda görürüz ki materyalizm aslında çökmüştür. Çünkü maddenin sonsuzdan beri var olduğu düşüncesi, evrenin yoktan var edildiğini ispatlayan Big Bang teorisi ile yıkılmıştır. (bkz. Big Bang teorisi) Dolayısıyla maddenin kendisini düzenlediği ve canlılığı ortaya çıkardığı iddiası -diğer bir deyişle "evrim teorisi"- tümüyle çökmüştür.

Fakat materyalist bilim adamları, bu felsefeye olan bağlılıklarını herşeyin önünde tutarak evrim teorisinin bilim tarafından yalanlandığını gördükleri halde materyalizmi terk etmezler. Aksine, evrim teorisini ne olursa olsun bir şekilde desteklemeye çalışarak materyalizmi ayakta tutmak için çabalarlar. Nitekim bu tutumlarını bazen kendileri de itiraf etmektedirler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle kabul etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.84
Big Bang

Big Bang (Büyük Patlama), materyalistlerin ve evrimcilerin iddialarını yalanlayan, evrenin bir başlangıcı olduğunu göstererek yaratılış gerçeğini onaylayan bir olaydır.

Lewontin'in kullandığı "a priori" terimi oldukça önemlidir. Bu felsefi terim, hiçbir deneysel bilgiye dayanmayan bir ön varsayımı ifade eder. Bir düşüncenin doğruluğuna dair bir bilgi yok iken, onu doğru varsayar ve öyle kabul ederseniz, bu "a priori" bir düşüncedir. Evrimci Lewontin'in açık sözlülükle ifade ettiği gibi, materyalizm de evrimciler için "a priori" bir kabuldür ve bilimi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar. Materyalizm bir Yaratıcı'nın varlığını kesin olarak reddetmeyi zorunlu kıldığı için de, ellerindeki tek alternatif olan evrim teorisine sarılmaktadırlar. Evrim bilimsel veriler tarafından ne kadar yalanlanırsa yalanlansın fark etmez; söz konusu bilim adamları onu bir kere "a priori doğru" olarak kabul etmişlerdir.

Bu önyargılı tutum, evrimcileri "bilinçsiz maddenin kendi kendini düzenlediğine inanmak" gibi bilime ve akla aykırı bir inanışa götürür. New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro, evrimcilerin bu inanışını ve temelindeki materyalist dogmayı şöyle açıklar:

Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke "kimyasal evrim" ya da "maddenin kendini örgütlemesi" olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme bağlılık uğruna inanılır.85

Tanınmış biyolog Hubert Yockey, aynı gerçeği şöyle açıklar:

Diyalektik materyalizmin mutlak ve kapsamlı doktrinlerine olan inanç, yaşamın kökeni senaryolarında çok önemli bir rol oynamaktadır... Yaşamın bir şekilde oluşmuş olması gerektiği... bu konuda hiçbir kanıt olmamasına, hatta bunun kanıtlara aykırı olmasına rağmen savunulmaktadır.86

İşte dünya çapındaki evrimci propagandanın temelinde bu materyalist dogma yatar. Batı'nın önde gelen medya organlarında, ünlü ve "saygın" bilim dergilerinde sürekli karşılaştığınız evrim propagandası, bu tür ideolojik ve felsefi zorunlulukların bir sonucudur. Evrim, ideolojik açıdan vazgeçilemez bulunduğu için, bilimin standartlarını belirleyen materyalist çevreler tarafından tartışılmaz ancak kabul edilir.

Evrim, gerçekte bilimsel araştırmaların sonucunda ortaya çıkan bir teori değildir. Aksine, bu teori materyalist felsefenin gereklerine göre üretilmiş ve sonra da bilimsel gerçeklere rağmen kabul ettirilmeye çalışılan bir tabuya dönüşmüştür. Yine evrimcilerin yazdıklarından anladığımız üzere, tüm bu çabanın bir de "amacı" vardır ve bu amaç, canlıların bir Yaratıcı tarafından var edildiğini inkar etmeyi zorunlu kılmaktadır.

Evrimciler bu amacı "bilimsel amaç" olarak ifade ederler. Oysa sözünü ettikleri şey bilim değil, materyalist felsefedir. Materyalizm, madde-ötesinin (ya da "doğaüstü"nün) var olduğunu kesinlikle reddeder. Bilim ise, böyle bir dogmayı kabul etmek zorunda değildir. Bilim, doğayı incelemek ve sonuçlar çıkarmakla yükümlüdür. Bu sonuçlar doğanın yaratıldığı gerçeğini ortaya çıkarıyorsa, bilim bunu kabul eder. Gerçek bir bilim adamının yapması gereken de 19. yüzyılın materyalist dogmalarına bağlanarak imkansız senaryoları savunmak olmamalıdır.

Maymun-İnsan Genetik Benzerliği Yalanı

İnsan Genomu Projesi çerçevesinde insanlığın gen haritasının çıkarılması önemli bir bilimsel gelişme olmuştur. Ancak bu projenin bazı sonuçları bazı evrimci yayınlarda çarpıtılmaktadır. Şempanzelerin genlerinin insan genleri ile %98 benzerlik gösterdiği iddia edilmekte ve bunun maymunların insana yakınlığının ve dolayısıyla evrim teorisinin bir delili olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekte bu, evrimcilerin, toplumun bu konulardaki bilgisizliğinden faydalanarak ortaya attıkları "sahte" bir delildir.

Öncelikle evrimcilerin insan ve şempanze DNA'ları hakkında sık sık ileri sürdükleri %98 benzerlik kavramı aldatıcıdır. İnsanla şempanzenin genetik yapısının %98 birbirine benzer olduğunu iddia etmek için şu anda insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik haritasının tümünün çıkarılması, ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur. Çünkü, şu ana kadar insanın genetik haritası çıkartılmıştır ancak şempanzelerin genetik haritası tümüyle çıkartılmamıştır.

İnsanla şempanzenin genetik yapısı

İnsanla şempanzenin genetik yapısının %98 birbirine benzer olduğunu iddia etmek için şu anda insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik haritasının çıkarılması, ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur.

Gerçekte, zaman zaman gündeme gelen insan ve maymun genlerinin %98 benzerliği ise, yıllar önce kasıtlı üretilmiş propaganda amaçlı bir slogandır. Bu benzerlik insanda ve şempanzede bulunan 30-40 civarındaki bazı temel proteinin amino asit dizilimlerinin benzerliğinden yola çıkılarak yapılmış olağanüstü abartılı bir genellemedir. Bu proteinlere karşılık gelen DNA dizilimleri üzerinde "DNA hibridizasyonu" adı verilen bir yöntemle "sekans analizi" (sequence analysis) yapılmış ve sadece bu sınırlı sayıdaki proteinler karşılaştırılmıştır.

Oysa insanda 30 bin civarında gen ve dolayısıyla bu genlerin kodladığı 30 bin kadar protein vardır. Bu yüzden, 30 bin proteinin sadece 40 tanesinin benzemesiyle insan ve maymunun bütün genlerinin %98 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Kaldı ki, söz konusu 40 protein üzerinde yapılan DNA karşılaştırması da tartışmalıdır. Bu karşılaştırma, 1987 yılında Sibley ve Ahlquist adlı iki biyolog tarafından yapılmış ve Journal of Molecular Evolution dergisinde yayınlanmıştır.87 Oysa daha sonra bu ikilinin verilerini inceleyen Sarich isimli bilim adamı, kullandıkları yöntemin güvenilirliğinin tartışmalı olduğu ve verilerin abartılı yorumlandığı sonucuna varmıştır.88

Kaldı ki temel proteinler diğer pek çok farklı canlılarda da bulunan ortak hayati moleküllerdir. Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan aynı tür proteinlerin de yapısı insandakilerle çok benzerdir.

Örneğin, New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında %75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.89 Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında sadece %25'lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir.

Aynı şekilde Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri karşılaştırıldığında da, % 60'lık bir benzerlik saptanmıştır.90

Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinleri karşılaştırılmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.91

Evrimcilerin "insan ile maymun arasındaki genetik benzerlik" konusunda kullandıkları bir diğer örnek ise insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasıdır. Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını evrimsel bir ilişkinin göstergesi sayarlar. Oysa eğer evrimcilerin kullandığı bu mantık doğru olsaydı, insanın şempanzeden çok daha yakın bir akrabası olması gerekirdi: "Patates"! Çünkü patatesin kromozom sayısı insanınkiyle aynıdır: 46.

kromozom, dna

Kromozom sayıları ile canlıların kompleks yapıları birbiriyle bağlantılı değildir. Bu, evrim teorisini çıkmaza sokan bir gerçektir.

Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine bunlara tamamen ters sonuçlar vermektedir.

Ayrıca kurulan bu benzerlikler, evrimin değil yaratılışın delilidir. İnsan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olması son derece doğaldır; çünkü tüm canlılar aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla genetik yapıları birbirine benzeyecektir. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili değildir.

Bir örnek konuyu açıklayabilir: Dünya üzerindeki tüm inşaatlar da benzer malzemelerlerle (tuğla, demir, çimento vs.) yapılır. Ama bu durum bu binaların birbirlerinden "evrimleştikleri" anlamına gelmez. Ortak bir malzeme kullanılarak, ayrı ayrı inşa edilirler. Canlıların durumu da böyledir.

Sonuç olarak aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir. Hatta zeka açısından kıyaslanırsa, bir geometri mucizesi olan peteği üreten arı veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcek insana maymundan daha yakındır. Hatta bazı yönlerden üstün olduklarını bile söylemek mümkündür.

Ama, insanla maymun arasında, evrimci iddialarla, masallarla kapatılamayacak kadar büyük bir fark vardır. Maymun bir hayvandır, bilinç açısından bir attan ya da bir köpekten farkı yoktur. İnsan ise bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Bütün bu özellikler de onun sahip olduğu "ruh"unun işlevleridir. İnsanla, hayvanlar arasındaki uçurumu doğuran en önemli fark da işte bu "ruh"tur. Doğada ruhu olan tek canlı insandır. Hiçbir fiziki benzerlik, insan ile diğer bir canlı arasındaki bu en büyük farkı kapatamaz.

Mayr, Ernst

Tanınmış bir evrimci biyolog olan Ernst Mayr aynı zamanda, "Modern Sentetik Evrim Teorisi"nin kurucularındandır. Darwin'in doğal seleksiyon tezine mutasyon kavramının eklenmesiyle ortaya atılan bu teori "neo-Darwinizm" olarak adlandırıldı. Ernst Mayr ve diğer kurucuları (Theodosius Dobzhansky ve Julian Huxley) da ortaya attıkları bu teoriden dolayı "neo-Darwinistler" olarak anılmaya başlandılar.

Ernst Mayr

Ernst Mayr

Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, teorisini bir yandan mutasyonlara dayandırırken bir yandan da bunun imkansızlığını kabul etmektedir:

Mutasyonlar sonucunda genetik canavarların oluşması gerçekten de gözlemlenen bir olgudur, fakat bunlar o kadar garip canlılardır ki, ancak "canavarlar" olarak tanımlanabilir. O denli dengesizleşmişlerdir ki, dengeleyici seleksiyon mekanizması vasıtasıyla elenmekten kurtulmak için hiçbir imkanları yoktur... Gerçekte bir mutasyon fenotipi ne kadar çok etkilerse, onun (doğal ortama olan) uygunluğunu o kadar azaltır. Bu tip radikal bir mutasyonun, farklı bir adaptasyon sağlayacak yeni bir fenotip oluşturacağına inanmak, bir mucizeye inanmak demektir... Bu "canavara" çiftleşeceği uygun bir eş bulmak ve bunların, popülasyonun normal bireylerinden türeyici bir biçimde izole edilmeleri de, bence asla aşılamayacak zorluklardır.92

Mayr'ın bu konudaki bir başka itirafı ise şöyledir:

Duyu organları, örneğin bir omurgalı gözünün ya da bir kuşun tüyleri gibi kusursuzca dengelenmiş sistemlerin rastlantısal mutasyonlar sonucunda gelişebileceğini varsaymak, bir insanın inandırıcılığı üzerinde ciddi bir sınırlamadır.93

Darwinizm'in savunucularından Ernst Mayr, Darwinizm'in hiçbir zaman kapanamayan açıklarını mutasyon iddialarıyla örtmeye çalışmıştır. Fakat bunun imkansızlığına dair olan bilimsel gerçek, itiraflarında yer almaktadır.

Memelilerin kökeni

Evrim teorisi, denizden evrimleşerek çıkan hayali birtakım canlıların sürüngenlere dönüştüğünü, kuşların da sürüngenlerin evrimleşmesiyle oluştuğunu iddia eder. Aynı senaryoya göre sürüngenler yalnızca kuşların değil, aynı zamanda memelilerin de atasıdırlar. Oysa vücutları pullarla kaplı, soğukkanlı ve yumurtlayarak çoğalan sürüngenler ile, vücutları tüylü, sıcakkanlı ve doğurarak çoğalan memeliler arasında çok büyük yapısal uçurumlar vardır.

Bu uçurumların bir örneği, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler bu kemiğin üzerine oturur. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunur. Bir başka temel farklılık, tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer alır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia ederler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu elbette cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur.

fosil

Doğa tarihi müzelerinde sergilenen on milyonlarca yıllık memeli fosilleri ile bugün yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Dahası bu fosiller, yeryüzü tabakalarında, daha önceki türlerle aralarında hiçbir bağlantı olmadan bir anda ortaya çıkarlar.

Nitekim sürüngenlerle memelileri birbirine bağlayabilecek tek bir ara form fosili dahi bulunamamıştır. Bu yüzden evrimci paleontolog Roger Lewin, ";ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda kalır.94

20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise, evrimciler açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği şöyle ifade eder:

Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı'nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir.95

Dahası, aniden ortaya çıkan memeliler birbirlerinden çok farklıdırlar. Yarasa, at, fare ve balina gibi son derece farklı canlıların hepsi memelidir ve aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Bu canlıların aralarında evrimsel bir bağ kurmak, en geniş hayal gücü içinde bile imkansızdır. Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:

Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayalkırıklığına uğrayacaktır.96

Tüm bunlar göstermektedir ki, canlılar yeryüzünde hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Bu, yaratılmış olduklarının çok somut bir ispatıdır. Evrimciler ise, canlı türlerinin yeryüzünde belirli bir sıra ile ortaya çıkmış olmalarını, evrimleşmiş olduklarının göstergesi gibi yorumlamaya çalışırlar. Oysa canlıların yeryüzündeki ortaya çıkış sıralamaları -ortada bir evrim olmadığına göre- "yaratılışın sıralaması"dır. Fosiller, yeryüzünün, üstün ve kusursuz bir yaratılışla, önce denizlerde sonra da karada yaşayan canlılarla doldurulduğunu ve bütün bunların ardından da insanoğlunun var edildiğini göstermektedir.

İnsanoğlunun yeryüzünde hayata başlaması da -büyük bir kitle telkiniyle kabul ettirilmeye çalışılan "maymun insan" masalının aksine- bir anda ve eksiksiz bir biçimde olmuştur.

Mendel, Gregor

Gregor Mendel

Gregor Mendel

Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabının yayınlanmasının ardından Avusturyalı botanikçi rahip Gregor Mendel, uzun deney ve gözlemler sonucunda belirlediği kalıtım kanunlarını 1865 yılında açıklamıştır. (bkz. Kalıtım kanunları) Ancak bu kanunların bilim dünyasının dikkatini çekmesi yüzyılın sonlarında mümkün olmuştur. 20. yüzyılın başlarında ise bu kanunların doğruluğu tüm bilim dünyası tarafından kabul edilmiştir. Bu durum, "yararlı özellikler" kavramını Lamarck'a dayanarak açıklamaya çalışmış olan Darwin'in teorisini ciddi bir açmaza sokmuştur.

Burada şunu da önemle belirtmek gerekir ki, Mendel sadece Lamarck'ın evrim modeline değil, aynı zamanda Darwin'in evrim modeline de karşı çıkmıştır. Journal of Heredity dergisinde yayınlanan "Mendel's Opposition to Evolution and to Darwin" (Mendel'in Evrime ve Darwin'e Muhalefeti) başlıklı bir makalede belirtildiği gibi, "Mendel, Türlerin Kökeni'ne aşinaydı ve Darwin'in teorisine karşı çıkıyordu. Darwin, doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisini öne sürerken, Mendel özel yaratılışa inanıyordu."97

Menton, David

Washington Üniversitesi'nden anatomi profesörü David Menton, Bilim Araştırma Vakfı'nın 5 Temmuz 1998 günü düzenlediği "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı II. uluslararası konferansta, kuş tüyleri ve sürüngen pulları arasındaki anatomik farklılıkları konu alan bir konuşma yapmıştır. Kuşların sürüngenlerden evrimleştiği tezinin geçersizliğini ortaya koymuş ve karşılaştığı gerçeği şu cümleyle özetlemiştir:

30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah'ın kusursuz yaratışı oldu.98

Metamorfoz

Kurbağalar önce su içinde doğar, bir süre burada yaşar; daha sonra ise "metamorfoz" adı verilen değişimle birlikte karaya çıkarlar. Bazı insanlar ise, metamorfozu "evrim"in bir delili ya da örneği sanır. Oysa, gerçekte metamorfozun evrimle hiçbir ilgisi yoktur.

Evrim teorisinin öne sürdüğü tek gelişme mekanizması, mutasyonlardır. Metamorfoz ise, mutasyon gibi tesadüfi etkilerle gerçekleşmez. Aksine bu değişim, kurbağanın genetik bilgilerinde en baştan kayıtlıdır. Yani bir kurbağa ilk doğduğunda, onun bir süre sonra değişim geçirip karada yaşamaya uygun bir vücuda sahip olacağı bellidir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, metamorfoz sürecinin farklı genler tarafından kontrol edilen çok kompleks bir işlem olduğunu göstermektedir. Örneğin bu dönüşüm sırasında sırf kuyruğun kaybolması işlemi, Science News dergisindeki ifadeyle "bir düzineden fazla gen" tarafından yönetilmektedir.99

Metamorfoz

1. Yumurtalar

2. İribaş

3. Genç kurbağa

4. Ergin kurbağa

Evrimcilerin "sudan karaya geçiş" iddiası ise, tamamen suda yaşamak için yaratılmış bir genetik bilgiye sahip olan balıkların, rastgele mutasyonlar sonucunda, tesadüfen kara canlılarına dönüştüğü şeklindedir. Bu nedenle metamorfoz gerçekte evrimi destekleyen değil, çürüten bir delildir. Çünkü metamorfoz sürecine en ufak bir hata karışsa, canlı ölür ya da sakat kalır. Dolayısıyla rastgele bir değişim söz konusu olamaz. Metamorfozun mutlaka kusursuz olarak tamamlanması şarttır. Bu denli kompleks ve hataya izin vermeyen bir sürecin, evrimin iddia ettiği gibi rastgele mutasyonlarla ortaya çıkması ise imkansızdır.

Meyve Sinekleri

Evrimciler tarafından yapılan bütün "faydalı mutasyon oluşturma" çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimciler de bu çaresizlikten kurtulmak için, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılmasının kolay olduğunu düşündükleri, meyve sinekleri üzerinde onyıllarca mutasyon denemeleri yapmışlardır. Bu canlılar defalarca, olabilecek her türlü mutasyona uğratılmışlardır. Ancak sonuçta tek bir faydalı mutasyon dahi gözlemlenememiştir. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bazı evrimcilerin meyve sinekleri üzerindeki bu gereksiz ısrarlarını şöyle dile getirmiştir:

"Bu çok çarpıcı ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller."100
meyve sinekleri

Evrimci biyologlar yüzyılın başından beri sinekleri mutasyona uğratarak, faydalı bir mutasyon örneği aradılar. Ancak bu çabaların sonucunda hep, sakat, hastalıklı ve kusurlu sinekler elde edildi. Sol resimde, normal bir meyve sineğinin kafası ve sağ resimde mutasyona uğrayarak bacakları kafasından çıkan diğer bir meyve sineği görülüyor.

Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman da, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade etmiştir:

Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyona maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.101

Kısacası meyve sinekleri de diğer tüm canlılar gibi özel yaratılmış bir genetik bilgi (DNA) ye sahiptir ve bu genetik bilgi üzerinde meydana gelecek herhangi bir değişim de bu canlının yalnızca zarar görmesine yol açacaktır.

Mikro Evrimin Geçersizliği

Bir türün kendi içinde çeşitlenmesini, diğer bir deyimle varyasyonların ortaya çıkmasını evrimciler, "mikro evrim" adını koydukları hayali bir mekanizmayla açıklamaya çalışırlar. Mikro evrimin ise daha uzun bir zaman içinde birikerek makro evrime, yani yeni türlerin oluşmasına yol açtığını savunurlar (bkz. Makro evrim masalı) Oysa gerçekte, ortada evrimle ilgili hiçbir olay yoktur. Tür içindeki çeşitlenme, o türün bireylerinin çapraz çiftleşmeleri sonucu türün gen havuzunda bulunan sabit sayıdaki genin farklı kombinasyonlarda birbirleriyle eşleşerek ortaya yeni ve farklı fiziksel özelliklere sahip bireylerin ortaya çıkması ile olur. Ancak burada türün gen havuzuna hiçbir zaman yeni bir gen eklenmez. Yalnızca mevcut genler değişik kombinasyonlarda yeni bireylerde bir araya gelirler. Türün gen havuzundaki genlerin sayısı ve çeşidi sabit olduğu için, bunların meydana getireceği kombinasyonların da belli bir sınırı vardır. Bunun ötesinde bir kombinasyon meydana gelmez. Ayrıca tür içindeki çeşitlenme yeni bir tür ortaya çıkarmaz, her zaman aynı tür içinde kalır. Örneğin farklı cinste köpekler birbirleriyle ne kadar farklı kombinasyonlarda çiftleşirlerse çiftleşsinler ortaya her zaman köpek çıkar, hiçbir zaman örneğin bir at ya da inek çıkmaz. Bu durum temel biyoloji kurallarıyla sabit olduğu gibi, deney ve gözlemlerle de defalarca ispatlanmıştır.

İlginçtir ki Darwin teorisinin belkemiğini mikro evrim sandığı varyasyonlar üzerine kurmuştu. Darwin'in iddialarını zaman içinde bir bir çürüten ilerlemeler, aynı zamanda Darwin'in "Türlerin Kökeni" olarak iddia ettiği "varyasyonlar"ın da gerçekte böyle bir anlam taşımadığını ortaya çıkarmıştır. İşte bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kalmışlardır.

Evrimci biyologların "mikro evrim" kavramını kullanarak vermek istedikleri izlenim, varyasyonların uzun zaman içinde yepyeni canlı sınıflamaları oluşturabileceği şeklindeki yanıltıcı bir mantıktır. Nitekim konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayan pek çok kişi "mikro evrim uzun zamana yayıldığında makro evrim oluşturur" gibi yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Bu düşüncenin örneklerini sık sık görmek mümkündür. Bazı "amatör" evrimciler, "insanların boy ortalaması bir yüzyıl içinde bile iki cm. artmış, demek ki milyonlarca yıl içinde her türlü evrim gerçekleşebilir" şeklinde mantıklar öne sürerler. Oysa boy ortalaması değişimi gibi varyasyonların hepsi, belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan biyolojik olaylardır.

Nitekim, "mikro evrim" adını verdikleri varyasyonların yeni canlı sınıflamaları oluşturamadığını, yani "makro evrim" sağlamadığını günümüzde evrimci otoriteler de kabul etmektedir. Evrimci biyologlar; Scott Gilbert, John Opitz ve Rudolf Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:

Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikro evrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikro evrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikro evrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."102

Darwinizm'in yüzyılı aşkın bir süredir "evrim delili" olarak gördüğü varyasyonların, gerçekte "türlerin kökeni"yle hiçbir ilgisi yoktur. İnekler milyonlarca yıl boyunca farklı eşleşmelerle çiftleştirilebilir ve farklı inek cinsleri elde edilebilir. Ama inekler hiçbir zaman başka bir canlı türüne, örneğin zürafalara ya da fillere dönüşmeyecektir. Darwin'in Galapagos adalarında gördüğü farklı ispinozlar da aynı şekilde "evrim"e delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. İşte bu nedenle de, Darwin'in problemi, yani "türlerin kökeni", hiçbir zaman evrimle yanıtlanamayan bir soru olarak kalacaktır.

Miller Deneyi

Hayatın kökeni konusunda evrimcilerin en çok itibar ettikleri çalışma, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller deneyidir. (Deney, Miller'in Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey'in katkısından dolayı "Urey-Miller Deneyi" olarak da bilinir.)

Stanley Miller'in amacı, milyarlarca yıl önceki cansız dünyada proteinlerin yapıtaşları olan amino asitlerin "tesadüfen" oluşabileceklerini gösteren bir deneysel bulgu ortaya koymaktı.

Stanley Miller deneyi

Stanley Miller'in deney düzeneği.

Miller, deneyinde, ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu varsaydığı -daha sonraları ise bulunmadığı anlaşılacak olan- amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan bir gaz karışımını kullandı. Bu gazlar, doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyecekleri için dışarıdan enerji takviyesi yaptı. İlkel atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini düşündüğü enerjiyi, yapay bir elektrik deşarj kaynağından sağladı.

Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı, bir yandan da karışıma elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gözledi.

Deneyin sonucu, evrimciler arasında büyük bir sevinç yarattı ve çok büyük bir başarı gibi lanse edildi. Hatta, çeşitli yayınlar olayın sarhoşluğu içinde, "Miller hayatı yarattı" şeklinde manşetler atacak kadar kendilerinden geçtiler. Oysa Miller'in sentezlediği sadece birtakım "cansız" moleküllerdi.

Bu deneyden aldıkları cesaretle evrimciler, hemen yeni senaryolar ürettiler. Amino asitlerden sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya göre, amino asitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin bazıları da, sözde "bir şekilde" oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine kendilerini yerleştirerek hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler de zamanla yan yana gelip birleşerek canlı organizmaları oluşturmuşlardı. Ne var ki hiçbir aşaması bilimsel bir delille desteklenmeyen bu senaryonun en büyük dayanağı olan Miller deneyi, her yönden geçersizliği kanıtlanmış bir aldatmacadan başka bir şey değildi.

Miller'in, ilkel dünya koşullarında amino asitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak amacıyla yaptığı deney birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1- Miller, deneyinde "soğuk tuzak" (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak amino asitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, amino asitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecekti.

Halbuki ilkel dünya koşullarında elbette bu çeşit bilinçli düzenekler yoktu. Ve mekanizma olmadan herhangi bir çeşit amino asit elde edilse bile, bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardı. Kimyager Richard Bliss'in belirttiği gibi, "bu soğuk tuzak olmasa, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı".103

Nitekim Miller, soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde edememişti.

2- Miller'in deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. 1980'li yıllarda bilim adamları ilkel atmosferde, metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit bulunması gerektiği görüşünde birleştiler. Nitekim uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.104

Nitekim Amerikalı bilim adamları J. P. Ferris ve C. T. Chen, karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir karışımla Miller'ın deneyini tekrarladılar ve bir tek molekül amino asit bile elde edemediler.105

3- Miller'in deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Miller'in gözardı ettiği bu önemli gerçek, yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle anlaşıldı.106

Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da ortaya çıktı. Araştırmalar, o dönemde dünya yüzeyine evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını ulaştığını gösterdi. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki su buharı ve karbondioksiti ayrıştırarak oksijen açığa çıkarması ise kaçınılmazdı.

Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılıyordu. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı; metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti. Diğer taraftan, oksijenin bulunmadığı bir ortamda -henüz ozon tabakası var olmadığından- ultraviyole ışınına doğrudan maruz kalacak olan amino asitlerin hemen parçalanacakları da açıktı. Sonuçta ilkel dünyada oksijenin var olması da, olmaması da amino asitler için yok edici bir ortam demekti.

4- Miller deneyinin sonucunda, canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitlerden de çok miktarda oluşmuştu. Amino asitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı.

Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda sağ-elli amino asit çıkmıştı.107 (bkz. Sağ-elli amino asitler) Bu amino asitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü sağ-elli amino asitler, canlı yapısında kullanılamayan amino asitlerdi. Sonuç olarak Miller'in deneyindeki amino asitlerin oluştuğu ortam, canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.

Stanley Miller deneyi

1.Kondansatöre su eklenir, 2.Vakum, 3.Su kaynar, 4.Reaksiyon hücresi, 5.Metan, amonyak, su ve hidrojen gazı

Miller'in, deneyinde oluşturduğu yapay ortam, gerçekte ilkel dünya şartlarına hiçbir benzerlik göstermiyordu. Bu nedenle deney, bilim dünyası tarafından geçersiz sayılmıştır.

Tüm bunların gösterdiği tek bir somut gerçek vardır: Miller deneyi canlılığın ilkel dünya şartlarında tesadüfen meydana gelebileceğini kanıtlamaz. Deney, amino asit sentezlemeye yönelik bilinçli ve kontrollü bir laboratuvar çalışmasıdır. Kullanılan gazların cinsleri ve karışım oranları amino asitlerin oluşabilmesi için en ideal ölçülerde belirlenmiştir. Ortama verilen enerji miktarı, ne eksik ne fazla, tamamen istenen reaksiyonların gerçekleşmesini sağlayacak biçimde titizlikle ayarlanmıştır.

Deney aygıtı, ilkel dünya koşullarında mevcut olabilecek hiçbir zararlı, tahrip edici ya da amino asit oluşumunu engelleyici unsuru barındırmayacak biçimde izole edilmiştir. İlkel dünyada mevcut olan ve reaksiyonların seyrini değiştirecek hiçbir element, mineral ya da bileşik deney tüpüne konulmamıştır. Oksidasyon sebebiyle amino asitlerin varlığına imkan vermeyecek oksijen bunlardan yalnızca birisidir. Kaldı ki, hazırlanan ideal laboratuvar koşullarında bile, "soğuk tuzak" (cold trap) denen mekanizma olmadan amino asitlerin aynı ortamda parçalanmadan varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir.

Miller deneyiyle evrimciler, aslında evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, amino asitlerin ancak tüm koşulları özel olarak ayarlanmış bir laboratuvar ortamında, bilinçli müdahalelerle elde edilebileceğini kanıtlamıştır. Yani canlılığı ortaya çıkaran güç, bilinçsiz tesadüfler değil, "yaratılış"tır.

Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri, bilime tamamen aykırı birtakım önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller deneyini öğrencisi Stanley Miller ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:

Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor.108

Evrim sürecinin ilk aşaması olarak öne sürülen "moleküler evrim" tezini sözde ispatlamak için kullanılan yegane "delil" işte bu deneydir. Aradan neredeyse yarım asır geçmesine ve büyük teknolojik ilerlemeler kaydedilmesine rağmen bu konuda hiçbir yeni girişimde bulunulmamıştır. Bugün halen ders kitaplarında canlıların ilk oluşumunun evrimsel açıklaması olarak Miller Deneyi okutulmaktadır. Çünkü bu tür çabaların kendilerini desteklemediğinin, aksine sürekli yalanladığının farkında olan evrimciler, benzeri deneylere girişmekten özellikle kaçınmaktadırlar.

Miller, Stanley

Stanley Miller hayatın kökeni konusunda yaptığı deneylerle ünlenen Amerikalı bir araştırmacıdır. 1953 yılında Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey'le birlikte, laboratuvar ortamında canlılığın temel yapıtaşları olan amino asitleri sentezlemeye çalışmıştır. Fakat deney sırasında evrimcilerin varsaydıkları ilkel atmosfer ortamını çarpıtarak deney ortamına uygulamıştır. "Urey-Miller Deneyi" olarak anılan bu deney -umulanın aksine- canlılığın hiçbir şekilde tesadüfi etkilerle kendiliğinden oluşamayacağını ispatlamıştır. (bkz. Miller Deneyi)

Stanley Miller deney aparatıyla

Stanley Miller deney aparatıyla

"Mitokondriyel havva" tezinin çelişkileri

Günümüzün popüler bilimsel terimleri, evrime bilimsel kılıf uydurmada sık kullanılır. Bunlardan DNA da evrimcilere bu yönde malzeme olmaktadır.

DNA çekirdekte bulunmasının yanında, enerji üretim merkezleri olan mitokondrilerde de bulunur. Çekirdekteki DNA, anne ile babadan gelen DNA'ların birleşmesi sonucu oluşurken, mitokondrideki DNA'nın kaynağı ise yalnızca annedir. Bu noktadan hareketle, her insanın mitokondriyel DNA'sı annesininkiyle aynıdır. Bu yöntemle iz sürerek insanın kökeni araştırılabilir.

"Mitokondriyel Havva" tezi ise, söz konusu bilimsel gerçeğin evrim teorisinin dogmalarına göre yorumlanarak çarpıtıldığı bir varsayımdır. Birkaç evrimci bilim adamı, insanın kökeninin şempanze olduğu iddiasını tartışmasız kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi sunarak, ilk insansı canlının mitokondriyel DNA'sının şempanze DNA'sı olduğunu kabul etmiştir. Bu kişilerin iddialarına göre yüzbinlerce yıl içinde rastgele mutasyonlar, şempanze DNA'sını bizim şu anki mitokondriyel DNA'mıza dönüştürmüştür. Bu önyargıdan hareketle mevcut evrim soyağacının hangi tarihte nerede başladığını belirlemeye çalışmışlardır.

Bu teoriyi ilk olarak ileri süren Berkeleyli biyokimyacılar Wilson, Rebecca Cann ve Mark Stoneking, üç temel önyargı ve kanıtlanması imkansız tahminlerden yola çıktılar:

1-Mitokondriyel DNA'nın kökeni, "hominid"lere, yani maymunsu canlılara dayanıyordu.

2-Mitokondriyel-DNA'da mutasyonlarla düzenli değişiklikler olmalıydı.

3-Bu mutasyonlar sabit bir hızda, sürekli olarak meydana gelmeliydi.

Bu tahminleri temel alan araştırmacılar, sözde evrim sürecinde türlerin hangi hızda değiştiğini gösterecek olan "moleküler saat"e ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Aslında bu programı yazanların yaptıkları, daha en baştan varılmak istenen sonuca göre çalışmalarını yönlendirmekti.

Dayandıkları varsayımlar, varlığı kanıtlanamayan, deney ve gözlemle bile örneklendirilememiş olan iddialardı. (Gerçekte mutasyon, bir canlı yapıda sadece düzensizliğe ve ölüme neden olduğu gözlemlenmiş DNA bozulmasıdır. Mutasyonlar canlıyı daha üst bir düzeye taşıyan herhangi bir ilerlemeye asla sebep olmaz.) (bkz. Mutasyon:Hayali bir mekanizma)

hücre

1. Mitokondri
2. Hücre zarı
3. Sitoplazma
4. Çekirdek
5. Lizozom
6. Endoplazmik retikulum
7. Kromozom
8. DNA

Evrimci araştırmacılar önyargılarını kamufle edeceğini umdukları bir bilgisayar programı geliştirdiler. Program evrimin en direkt ve verimli yolu takip ettiği yargısı temel alınarak yapılmıştı. Oysa bu, evrim teorisinin temel varsayımlarına bile aykırı olan hayali bir tablodur.

Nitekim bu tezin bilimsel bir değer taşımadığı, evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı tarafından dahi kabul edildi. Nature dergisinin editör kurulundan Henry Gee, "Afrika Cenneti Üzerindeki İstatistiksel Bulut" adlı yazısında mtDNA çalışması sonuçlarını "süprüntü" olarak değerlendirdi.109 Gee'nin yazısında, mevcut 136 mtDNA serisi ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının sayısının 1 milyarı geçtiği bildiriliyordu. Yani yapılan bu çalışmada bu 1 milyar kadar tesadüfi soy ağacı görmezlikten gelinmiş ancak şempanze-insan arasında evrim olduğu varsayımına uygun olan tek soyağacı seçilmişti.

Washington Üniversitesi'nden ünlü genetikçi Alan Templeton da DNA serilerinden yola çıkarak insanın kökeni için bir tarih belirlemenin imkansız olduğunu bildirdi. Çünkü DNA'lar insan toplulukları arasında bile oldukça fazla harmanlanmıştır.110

Bu, matematiksel olarak bakıldığında soyağacında tek bir insana ait mtDNA'yı ayırt etmenin imkansız olduğu anlamına gelir.

En önemli itiraf ise, tezin sahiplerinden geldi. 1992 yılında çalışmayı tekrarlayan ekipten Mark Stoneking Science dergisine yazdığı bir mektupta "Afrikalı Havva" iddiasının geçersiz olduğunu kabul etti.111 Çünkü çalışmanın her hali ile istenen sonuca yönelik olarak ayarlandığı ortadaydı.

Mitokondriyel DNA tezi, DNA'daki mutasyonlardan yola çıkılarak geliştirilmiştir. Fakat evrimcilerin, insan DNA'sına baktıklarında hangi DNA basamaklarının mutasyonların sonucu oluştuğuna, hangilerinin de orijinal-değişmemiş olduğuna nasıl karar verebildikleri meçhuldür. Çalışmaya başlarken varlığını iddia ettikleri orijinal insan DNA'sından yola çıkmak zorundadırlar. Ama evrimcilerin burada yaptığı hile ortadadır; kendilerine baz olarak şempanze DNA'sını almaktadırlar.112

Başka bir deyişle, insan DNA'sının şempanze DNA'sından evrimleştiğine kanıt arandığı bir çalışmada, tarih öncesi orijinal insan diye şempanze başlangıç noktası olarak alınmaktadır. Daha çalışmanın başında evrim gerçekleşmiş varsayımı ile hareket edilmekte, sonra da elde edilen sonuç "evrim kanıtı" gibi gösterilmektedir. Bu yüzden söz konusu çalışma bilimsellikten son derece uzaktır ve magazinsel niteliktedir.

Ayrıca evrimci araştırmacı eğer DNA'da meydana geldiğini iddia ettiği düzenli yararlı mutasyonları "moleküler saat"i hesaplamada temel olarak kullanacaksa sözde mutasyonların hızını da hesaplamak zorundadır. Ama çekirdekteki ya da mitokondrideki DNA'da ne sıklıkta mutasyona uğradıklarını gösterir herhangi bir gösterge bulunmaz.

İçindeki mantıkları değerlendirdiğimizde bu tez şunu göstermektedir: Bir kez daha evrim, evrimden yola çıkılarak kanıtlanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. DNA ile evrime kanıt aramak, tarafsız olarak yapılan bir çalışma değil, fakat "evrim zaten olmuş" önyargısı temel alınarak yapılmış bir göz boyamadır.

Evrimcilerin neden göz boyama ihtiyacı duydukları sorusunun cevabı ise, evrimi destekleyen hiçbir gerçek bilimsel kanıt olmayışıdır.

Modern Sentetik Evrim masalı

Amerikan Jeoloji Derneği'nde toplanan bilim adamları mutasyon kavramını benimseyerek, Darwin'in Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalıştığı "canlıları geliştiren yararlı değişikliklerin kaynağı nedir?"sorusuna "rastgele mutasyonlar" cevabını verdiler. Darwin'in doğal seleksiyon tezine mutasyon kavramının eklenmesiyle ortaya çıkan bu yeni teoriye de "Modern Sentetik Evrim Teorisi" adını koydular. Kısa sürede bu yeni teori "neo-Darwinizm" olarak bilindi ve teoriyi ortaya atanlar da "neo-Darwinistler" olarak anılmaya başlandılar. (bkz. Neo-Darwinizm komedisi)

Modifikasyon

Canlılarda dış şartların etkisiyle belirli sınırlar içinde oluşan ve kalıtsal olmayan farklılıklardır. Bitki ve hayvanlarda aynı türe bağlı bireyler arasında çiftleşme olmasına karşın, hepsi birbirine benzer bireylerden oluşmamıştır. Aralarında kalıtsal olmayan bu farklılıklara "modikifikasyon" denir. Bütün biyolojik bünyeler dış koşulların etkisiyle belirli sınırlar içinde kalmak kaydı ile farklılaşmalar gösterir.113

Aynı yumurta ikizleri, kalıtsal materyalleri aynı olmasına karşın hiçbir zaman birbirlerine tam olarak benzemezler. Çünkü çevre koşullarının her iki bireye aynı derecede etki etmesi olanaksızdır. Canlılarda modifikasyonu meydana getiren dış şartlar besin, sıcaklık, nem ve mekanik etkilerdir. Fakat vücut hücrelerinde olduğu için sadece o canlı ile sınırlı kalır ve oğul döllere aktarılamaz.114

Nitekim Darwin, canlıların çevre şartlarının etkisiyle değişip diğer canlılara dönüşebileceklerini iddia ederken, diğer yandan Mendel, canlı türlerinin çevre etkisiyle değişmeyeceklerini deneysel olarak ispatlamış, kalıtımın belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini göstermişti. Darwin'in fikirleri deneylere değil tamamen spekülasyona dayanan bir teori olarak kalırken Mendel, uzun ve sabırlı bir çalışmayla kalıtım kanunlarını deney ve gözlemleriyle bilim tarihine sunmuştu. Birbirlerinin çağdaşı olmalarına rağmen, Mendel'in genetik çalışmalarının bilim dünyasında kabul görmesi ise Darwin'den 35 yıl sonra mümkün olmuştu. Çünkü Mendel'in temellerini attığı genetik bilimi, Darwinizm'in varsayımlarını çürütmüş ve evrimciler bunu kabullenmemek için uzun süre direnmişlerdi. Ancak bilimsel gelişmeler, Mendel'in bulgularını kabul etmelerini zorunlu kılmış ve evrimciler de teorilerinde buna göre göstermelik değişiklikler yapmayı tek çıkar yol olarak görmüşlerdi. (bkz. Neo-Darwinizm komedisi)

Moleküler Evrim Çıkmazı

Evrim teorisinin iddiasına göre; milyarlarca sene evvel dünyanın atmosferini teşkil eden su buharı, hidrojen, metan, amonyak gibi gaz molekülleri; güneşten gelen ultraviyole ışınları, şimşeklerden yayılan elektrik, radyoaktif kayalardan çıkan radyasyon ve volkanlardan kaynaklanan ısı enerjisi ile ayrışmış ve böylece ortaya çıkan atomlar yeni bir düzen içinde biraraya gelerek hücrenin yapıtaşlarını meydana getirmişlerdi. Daha sonra bu bileşikler yağmur sularıyla göl ve denizlere taşınmışlardı. Organik bileşikler bu şekilde yavaş yavaş birikmiş ve eski yeryüzü suları bu maddeler bakımından zamanla zenginleşmişlerdi. Sonra bu karışım içindeki amino asitler ve diğer organik maddeler biraraya gelerek proteinleri, karbonhidrat zincirlerini ve giderek daha kompleks yapılı diğer organik maddeleri oluşturmuştu. Sonunda kompleks yapılı büyük moleküllerden bazıları biraraya gelerek daha iri molekül kümelerini meydana getirmişlerdi. Meydana gelen ilk kümeler büyüme eğilimleri sebebiyle çevrelerinden yeni moleküller almaya çalışmıştı. Böylece yapısı ve organizasyonu daha kompleks olan ve büyüyüp çoğalabilen kümeler ortaya çıkmıştı. Bu noktada aralarında tam bir fikir birliği bulunmamakla beraber, evrimcilerin çoğunun öne sürdüğü iddiaya göre, dışarıda ayrıca tesadüfen meydana gelmiş nükleik asitler, "koeservat" denilen bu kümelerin içine girip yerleşmişler ve nihayet koeservatlar organizasyon seviyelerini yeterince yükselttiklerinde canlanarak hayat sahibi ilk hücreler haline gelmişlerdi.

Yukarıdaki senaryoda evrimciler cansız maddelerden canlılığın oluşumunda hiçbir bilinçli müdahalenin varlığını kabul etmez, herşeyin kör tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia ederler. Canlılığın cansız maddelerden tesadüfen oluşumuna ilk basamak olarak da Miller'in deneyini gösterirler. Ancak Miller deneyinde kullanılan ilk atmosferin kimyasal yapısı konusundaki varsayımların yanlış olduğu günümüzde artık anlaşılmış olan ve Miller'in kendisinin de itiraf ettiği bir gerçektir. (bkz. Miller Deneyi) Bugün her türlü çabaya rağmen evrim teorisinin ne moleküler düzeyde ne de bir başka alanda bilimsel destek bulamadığı açıktır.

Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:

Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.115

Moleküler düzeyde yapılan karşılaştırmalar, canlıların evrimleştiklerini değil, ayrı ayrı yaratıldıklarını göstermektedir. Kaldı ki; fosil kayıtları, canlılardaki kompleks yapı ve sistemler, hiçbir "evrim mekanizması"nın olmayışı gibi daha pek çok bilimsel gerçek, evrim teorisinin iddialarını zaten çoktan yıkmıştır.

Moleküler Homoloji Tezinin Saçmalıkları

Evrimciler, farklı canlı türlerinin DNA şifrelerinin ya da protein yapılarının benzer olduğundan söz ederler ve bunu, bu canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili olarak yorumlarlar. Örneğin evrimci yayınlarda sık sık "insan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasında büyük bir benzerlik" olduğu söylenir ve bu, insan ile maymun arasında evrimsel bir ilişki olduğu iddiasının kanıtı gibi sunulur. (bkz. Maymun-İnsan genetik benzerliği yalanı)

Öncelikle belirtmek gerekir ki, yeryüzünde yaşayan canlıların birbirlerine yakın DNA yapısına sahip olmaları beklenmedik bir durum değildir. Canlıların temel yaşamsal işlevleri birbiriyle aynıdır ve insan da canlı bir bedene sahip olduğuna göre, diğer canlılardan farklı bir DNA yapısına sahip olması beklenemez. İnsan da diğer canlılar gibi proteinlerle beslenerek gelişir, onun da vücudunda kan dolaşır, hücrelerinde her saniye oksijen kullanılarak enerji üretilir.

Dolayısıyla canlıların genetik benzerliklere sahip olmaları, ortak bir atadan evrimleştikleri iddiasına delil olarak gösterilemez. Evrimciler, eğer ortak atadan evrimleşme teorisini delillendirmek istiyorlarsa, birbirinin atası olduğu iddia edilen canlıların moleküler yapılarında da bir ata-torun ilişkisi olduğunu göstermek zorundadırlar. Oysa, evrimcilerin elinde bu yönde hiçbir somut bulgu yoktur.

Nitekim farklı türlere ve sınıflara ait canlıların DNA ve kromozom analizleri sonucunda elde edilen bulgular karşılaştırıldığında, canlıların DNA ve kromozomlarındaki benzerliklerin ya da farklılıkların, öne sürülen hiçbir evrimci mantık ya da bağlantıyla uyuşmadığı çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Evrimci teze göre canlıların kompleksliklerinde kademeli bir artış yaşanmış olmalı, buna paralel olarak da genetik bilgilerini oluşturan kromozomlarının sayısının kademeli olarak artması beklenmelidir. Fakat elde edilen veriler bu tezin tamamen hayal ürünü olduğunu göstermektedir. Örneğin, domatesin 24 kromozomu varken, çok daha kompleks bir organizmaya ve sistemlere sahip olan Copepode yengecinin sadece 6 kromozomu vardır. Ya da, tek hücreli bir canlı olan Euglena'da 45 kromozom bulunurken, Amerika'da yaşayan büyük bir timsah türü olan Alligatörde 32 kromozom bulunur. Bununla birlikte mikroskobik bir canlı olan Radiolaria'da 800'den fazla kromozom vardır.

kromozom

Kromozom sayılarına ve DNA yapılarına göre yapılan karşılaştırmalar, farklı canlı türleri arasında hiçbir evrimsel akrabalık ilişkisi kurulamadığını göstermektedir.

Evrimin ünlü teorisyenlerinden Rus bilim adamı Dobzhansky, canlılar ve DNA'ları arasındaki bu kuralsız ilişkinin evrimin açıklayamadığı büyük bir sorun olduğunu şöyle ifade etmektedir:

Daha kompleks organizmaların genelde basit olanlara göre hücrelerinde daha fazla DNA'ları vardır. Fakat bu kuralın dikkat çeken istisnaları vardır. Amphiuma (amfibiyen), Propterus (bir akciğerli balık) ve hatta sıradan kurbağalar ve kara kurbağaları tarafından geçilen insan ise, liste başı olmaktan çok uzaktır. Neden bu durum bu kadar uzun zamandır bir bilmece olarak kaldı?116

Yine evrimci homoloji tezine göre, canlı büyüdükçe kromozom sayısının artması, küçüldükçe ise kromozom sayısının azalması beklenmelidir. Oysa birbirleriyle bütünüyle farklı boyut ve yapılara sahip olan ve aralarında herhangi bir evrimsel bağlantı olduğu iddia bile edilemeyen canlıların eşit sayıda kromozomlara sahip olmaları, canlıların kromozom benzerlikleri üzerine kurulan yüzeysel evrimci mantıkları alt üst etmektedir. Buna birkaç örnek verecek olursak, hem yulaf bitkisinin hem de makak maymununun 42'şer kromozomu vardır. Deer faresinin 48 kromozomu bulunurken kendisinden kat kat büyük olan gorilin de aynı sayıda, yani 48 kromozomu bulunur. Bir diğer ilginç örnek de çingene güvesi ve eşeğin kromozom sayılarıdır. Her ikisi de 62 kromozoma sahiptir.

Moleküler düzeydeki diğer karşılaştırmalar da, evrimci yorumları anlamsız kılan pek çok tutarsızlık örneği oluşturmaktadır. Çeşitli canlılardaki protein dizilimleri laboratuvarlarda analiz edildikçe, ortaya evrimciler açısından hiç beklenmedik, hatta kimi zaman hayret verici sonuçlar çıkmaktadır. Örneğin insandaki Sitokrom-C proteini bir atınkinden 14 amino asit farklıyken, bir kangurununkinden yalnızca 8 amino asit farklıdır. Yine Sitokrom-C dizilimi incelendiğinde, kaplumbağaların insanlara kendileri gibi bir sürüngen olan çıngıraklı yılanlardan daha yakın olduğu görülür. Bu durum evrimci bakış açısına göre yorumlandığında kaplumbağaların insanlarla yılanlardan daha yakın akraba oldukları gibi evrimcilerin dahi kabul edemeyecekleri kadar anlamsız bir sonuç çıkacaktır.

Her ikisi de sürüngenler sınıfına dahil olan kaplumbağa ve çıngıraklı yılanın arasında 100 kodonda 21 amino asitlik fark, çok ayrı sınıfların temsilcileri arasındaki farklardan belirgin bir şekilde daha büyüktür. Örneğin, tavuk ve su yılanı arasındaki 17 veya at ve köpekbalığı arasındaki 16, hatta iki ayrı filuma ait köpek ve solucan sineği arasındaki 15 amino asitlik farktan bile daha büyüktür.

Benzer gerçekler hemoglobin için de bulunmuştur. Bu proteinin insandaki dizilimi lemurunkinden 20 amino asit farklı iken, domuzdakinden yalnızca 14 amino asit farklıdır. Durum diğer proteinler için de yaklaşık olarak aynıdır.117

Evrimcilerin bu durumda, insanın evrimsel olarak kanguruya, attan daha yakın olması ya da domuzla lemurdan daha yakın akraba olduğu gibi sonuçlara varmaları gerekir.

mikroskop, dna

Moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara göre, moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Hiçbir organizma bir diğerinin atası değildir.

South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:

Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metot olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.118

Schwabe'nin relaxinler üzerinde yaptığı çalışmalar oldukça ilginç sonuçlar ortaya koymuştur:

Yakın akraba olduğu bildirilen türlerin relaxinleri arasındaki yüksek değişkenliğin yanı sıra, domuzun ve balinanın relaxinleri bütünüyle aynıdır. Farelerden, Yeni Gine domuzundan, insandan ve domuzdan alınan moleküller, birbirlerinden yaklaşık %55 uzaktır. Buna rağmen insülin, insanı şempanzeden daha çok domuza yakın kılmaktadır.119

Schwabe, canlılardaki lizozimler, sitokromlar ve pek çok hormonların da amino asit dizilimlerinin karşılaştırılmasının evrimciler açısından "beklenmedik sonuçlar ve anormallikler" ortaya koyduğunu belirtmektedir. Schwabe, tüm bu kanıtlara dayanarak, proteinlerin hepsinin hiçbir evrim geçirmeden başlangıçtaki yapılarına sahip olduklarınıve moleküller arasında, aynı fosiller arasında olduğu gibi, hiçbir ara geçiş formu bulunmadığını savunmaktadır.

Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:

Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.120

Kısacası, canlılarda anatomik ya da kimyasal benzerlikler arayan ve bunu evrime delil saymaya çalışan homoloji varsayımı, bilimsel bulgular karşısında geçersizdir.

Morfoloji

Organizmaların bir bütün olarak şekil ve yapısını işleyen bilim dalıdır. Bitkilerin kök, gövde, yaprak, çiçek, meyve gibi bölümlerinin; hayvanların ve insanların ise baş, gövde ve diğer kısımlarının yapılarını ve bunların ortak çalışma düzenlerini inceler.121

Morfolojinin alt dalları olan "anatomi" organizmaların gözle görülen iç ve dış yapısını; "histoloji" organları oluşturan dokuların mikroskobik yapısını; "sitoloji" dokuları oluşturan hücrelerin mikroskobik yapısını; "embriyoloji" döllenmiş yumurtadan (zigot) serbest yaşayan bir organizma oluşuncaya kadar geçen evrelerin tümünü inceler.122

Canlıların homolog ya da analog organları arasında yapılan karşılaştırmalarda da çoğunlukla morfolojiden elde edilen bilgilerden faydalanılır. (bkz. Homolog organ; Analog organ) Benzer morfolojilere (yapılara) sahip tüm canlılar, aralarında evrimsel bir ilişki kurma mantığıyla homolog kabul edilirler. Ancak bunun bilimsel olarak bir dayanağı yoktur. Nitekim birbirlerine çok benzeyen fakat aralarında hiçbir evrimsel ilişki kurulamayan çok sayıda örnek vardır ki, bu da bu evrimci iddialar açısından büyük bir çelişki oluşturur.

Morfolojik Homoloji Masalı

(bkz. Homoloji (Köken birliği))

Morrıs, John

Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü'nün (Institute for Creation Research) başkanı ve ünlü bir jeolog olan Prof. John Morris, Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı II. uluslararası konferansa (5 Temmuz 1998) katılarak, evrimin ardındaki ideolojik ve felsefi şartlanmaları, bu teorinin bir dogma haline geldiğini ve savunucularının Darwinizm'e bir din gibi inandıklarını anlattı.123

John Morris

John Morris

Mozaik Canlılar

Gerçekte ara form özelliği oluşturmayan canlı yapılar, kimi zaman evrimcilerin taraflı yorumları ile ara form özelliği gibi lanse edilir. Fakat bir canlı grubunun diğer canlı grubuna ait özellikler barındırması, bir ara form özelliği değildir.

Örneğin Avustralya'da yaşayan Platypus, bir memeli olmasına rağmen sürüngenler gibi yumurtlayarak çoğalır. Ayrıca kuşlara benzer bir gagası bulunur. Ancak kıllara, süt bezlerine ve kulağında üç kemiğe sahip olması nedeniyle memelidir. Bilim adamları bu nedenle Platypus gibi canlılara "mozaik canlı" ismini verirler. Mozaik canlıların ara form sayılamayacağı, Stephen J. Gould ve Niles Eldredge gibi önde gelen evrimci paleontologlar tarafından da kabul edilmektedir.124

Platypus, çok ileri derecede özelleşmiş yapısıyla bu iddiayı ayrıca yalanlamaktadır. (bkz. Platypus)

Mutajenik Faktör

Canlılardaki genetik bilgide meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmeler mutasyon olarak tanımlanır. Bunlar hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA'yı etkilerler ve buna zarar verirler. Mutasyon meydana getiren her aracıya "mutajenik faktör" denir. Mutajenik faktör, genellikle kimyasal etkiler veya parçacık ışınımı şeklindedir.

Mutajenik faktörlere örnek olarak hardal gazı, nitrik asit gibi kimyasal maddeler sayılabilir. X-ışınları veya bir nükleer santraldan sızan radyasyon ise ışınımsal mutajenik faktördür. Işınım mutasyonu, radyoaktif bir elementten yayılan parçacıkların DNA bazları üzerinde yaptıkları hasardır. Yüksek enerji taşıyan kararsız parçacıklar, DNA bazlarına çarptıkları zaman bunların yapısını değiştirirler ve çoğu zaman hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda bir takım değişikliklere sebep olurlar. (bkz. Mutasyon: Hayali bir mekanizma)

Mutant

mutant bir kuzu

Fiziksel bozukluğu olan mutant bir kuzu

Mutant, mutasyona uğramış bir canlı, hücre ya da gene verilen genel isimdir. Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda bir takım hasar ve değişikliklere sebep olurlar. %99 ihtimalle tahrip edici, %1 ihtimalle nötr etkilerle değişikliğe uğramış hücre ya da canlı mutant olarak adlandırılır. (bkz. Mutasyon: Hayali bir mekanizma)

Mutasyonların sadece bir tahrip mekanizması olduğu açık olmasına karşın, evrimciler varsaydıkları evrimsel değişikliklerin kaynağını, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlar olarak gösterirler. Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanı Pierre Paul Grassé'nin mutasyonlar hakkında yaptığı yorum, bu noktada oldukça açıklayıcıdır. Grassé, mutasyonları "yazılı bir metnin kopyalanması sırasında yapılan harf hataları"na benzetmiştir. Ve harf hatası gibi mutasyonlar da bilgi oluşturmaz, aksine var olan bilgiyi bozarlar. Grassé bunu şöyle açıklamıştır:

Mutasyonlar, zaman içinde son derece düzensiz biçimde meydana gelirler. Birbirlerini tamamlayıcı bir özellikleri yoktur ve birbirini izleyen nesiller üzerinde belirli bir yöne doğru kümülatif bir etkileri olmaz. Zaten var olan yapıyı değiştirirler, ama bunu tamamen düzensiz bir biçimde yaparlar... Bir canlı vücudunda çok küçük bile olsa bir düzensizlik oluştuğunda ise, bunun sonucu ölüm olur. Yaşam olgusu ile anarşi (düzensizlik) arasında hiçbir olası uzlaşma yoktur.125

İşte bu nedenle, yine Grassé'nin ifadesiyle "mutasyonlar ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, herhangi bir evrim meydana getirmezler."

Mutasyon: Hayali Bir Mekanizma

Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar... Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ona sancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.126
mutasyon

Resimlerde, mutasyonların insan vücudundaki bazı zararlı etkileri görülmektedir. Elbette ki insanları sakat ya da hasta yapan bir süreç, gelişme sağlayamaz.

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:

Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?127

İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği" olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat ya da hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması" olamaz.

Nitekim Amerikalı patolog David A. Demick, mutasyonlar hakkında yazdığı bilimsel bir makalede bu konuda şunları söyler:

Son yıllarda genetik mutasyonlarla bağlantılı olan binlerce insan hastalığı sınıflandırılmıştır. Yeni yayınlanan bir kaynak kitapta 4500 farklı genetik hastalık sayılmaktadır. Dahası, moleküler genetik analizlerden önce klinik olarak tanımlanan bazı kalıtsal sendromların (örneğin Marfan sendromu) mutasyonların sonucu olduğu anlaşılmıştır...

Mutasyonların, oluşturdukları tüm bu hastalıkların yanında, faydalı etkileri de var mıdır? Tanımladığımız binlerce zararlı mutasyon örneğinin yanında, elbette ki bazı olumlu örnekler de tanımlamak gerekmektedir. -eğer makro evrim doğru ise- Bu olumlu örnekler, hem daha kompleks yapılar oluşturmak için evrime gerekecek, hem de çok sayıdaki zararlı mutasyonun bozucu etkisini dengelemek için lazım olacaktır. Ama iş bu faydalı mutasyonları tanımlamaya gelince, evrimci biyologlar hep garip bir sessizlik içindedirler.128

Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceklerini üç ana maddede özetlemek mümkündür:

1) Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon rastgele meydana geldiği için hemen her zaman canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve kompleks olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez, aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.

2) Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.

3) Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir ama bu, kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir.

DİPNOTLAR

74. R. Lewin, "Evolutionary Theory Under Fire", Science, vol. 210, November 21, 1980, s. 883.

75. R. A. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection, Oxford Univesity Press, Oxford, 1930.

76. Ernst Mayr, Populations, Species, and Evolution, Belknap Press, Cambridge, 1970, s. 235.

77. Lane Lester, Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change, Probe Books, Dallas, 1989, ss. 141-142.

78. http://www.trufax.org/avoid/nazi.html; Theodore D. Hall, Ph. D., "The Scientific Background of the Nazi 'Race Purification' Program", Leading Edge International Research Group.

79. David Jorafsky, Soviet Marxism, Natural Science, s. 12.

80. Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology, and the Social Scene, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 1959, ss. 85-87

81. Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 1959, ss. 85-86.

82. Tom Bethell, "Burning Darwin to Save Marx", Harper's Magazine, December 1978, ss. 31-38.

83. Karl Marx, Biyografi, Öncü Yayınevi, s. 368

84. Richard Lewontin, The Demon-Haunted World, The New York Review of Books, January 9, 1997, s. 28

85. Robert Shapiro, Origins: A Sceptic's Guide to the Creation of Life on Earth, Summit Books, New York, 1986, s. 207

86. Hubert Yockey, "Self-Organization, Origin of Life Scenarios and Information Theory", Journal of Theoretical Biology, vol. 91, 1981, ss. 27-28

87. Hubert Journal of Molecular Evolution, vol. 26, ss. 99-121

88. Sarich et al., Cladistics, vol: 5, 1989, ss. 3-32

89. New Scientist, May 15, 1999, s. 27

90. Hürriyet, 24 Şubat 2000

91. New Scientist, vol. 103, August 16, 1984, s. 19

92. Ernst Mayr, Populations, Species, and Evolution, Belknap Press, Cambridge, 1970, s. 235

93. Ernst Mayr, Systematics and The Origin Of Species, Dove, New York, 1964, s. 296.

94. Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, vol. 212, June 26, 1981, s. 1492.

95. George Gaylord Simpson, Life Before Man, Time-Life Books, New York, 1972, s. 42.

96. Eric Lombard, "Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer", Evolution, vol. 33, December 1979, s. 1230.

97. B. E. Bishop, "Mendel's Opposition to Evolution and to Darwin," Journal of Heredity, vol. 87, 1996, ss. 205-213; L. A. Callender, "Gregor Mendel: An Opponent of Descent with Modification," History of Science, vol. 26, 1988, ss. 41-75.

98. www.evrimaldatmacasi.com/bilimarastirmavakfi.html.

99. Science News, June 17, 1999, s. 43.

100. Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper & Row, New York, 1983, s. 48.

101. Michael Pitman, Adam and Evolution, River Publishing, London, 1984, s. 70.

102. Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, "Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology", Developmental Biology, vol. 173, article no. 0032, 1996, s. 361.

103. Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California, 1979, s. 14.

104. Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7

105. J. P. Ferris, C. T. Chen, "Photochemistry of Methane, Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth", Journal of American Chemical Society, vol. 97:11, 1975, s. 2964.

106. "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, vol. 63, November 1982, ss. 1328-1330.

107. Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California, 1979, s. 25.

108. W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Thomas Nelson Co., Nashville, 1991, s. 325.

109. Henry Gee, "Statistical Cloud over African Eden", Nature, vol. 355, February 13, 1992, s. 583.

110. Marcia Barinaga, "'African Eve' Backers Beat a Retreat", Science, 255, February 7, 1992, s. 687

111. S. Blair Hedges, Sudhir Kumar, Koichiro Tamura, and Mark Stoneking, "Human Origins and Analysis of Mitochondrial DNA Sequences," Science, 255 (7 February 1992): 737-739

112. Barinaga, "Choosing a Human Family Tree," Science, 255 (7 February 1992): 687

113. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1995, s. 599; Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, cilt-I, kısım-I, Ankara, 1993, s. 399.

114. Özer Bulut, Davut Sağdıç, Selim Korkmaz, Biyoloji Lise 3, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s.136.

115. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, 1985, ss. 290-291.

116. Theodosius Dobzhansky, Genetics of the Evolutionary Process, Columbia University Press, New York & London, 1970, ss.17-18.

117. Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 194.

118. Christian Schwabe, "On the Validity of Molecular Evolution", Trends in Biochemical Sciences, vol. 11, July 1986, s. 280.

119. Christian Schwabe, "Theoretical Limitations of Molecular Phylogenetics and the Evolution of Relaxins", Comparative Biochemical Physiology, vol. 107B, 1974, ss. 171-172.

120. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, 1985, ss. 290-291.

121. Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, 1998, İstanbul, s. 10.

122. Prof. Dr. Eşref Deniz, Tıbbi Biyoloji, 4. baskı, Ankara, 1992, s. 6.

123. http://www.evrimaldatmacasi.com/bilimarastirmavakfi.html

124. S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, vol. 3, 1977, s. 147.

125. Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 97.

126. B. G. Ranganathan, Origins?, The Banner Of Truth Trust, Pennsylvania, 1988

127. Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, vol. 123, June 29, 1956, s. 1159.

128. David A. Demick, "The Blind Gunman", Impact, no. 308, February 1999.