Atatürk'ün Üstün Kişiliği

"Bugüne dek elde ettiğimiz başarı, bize ancak gelişme ve uygarlığa bir yol açmıştır... Bize ve bizden sonra gelenlere düşen görev, bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir." -Mustafa Kemal Atatürk-

Cumhuriyet tarihi boyunca Ulu Önder Atatürk hakkında sayısız eserler kaleme alınmış, pek çok konferanslar, seminerler ve söyleşiler düzenlenmiş, birçok yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. Elbette Atatürk çok büyük bir komutan, güçlü bir devlet adamı, kararlı bir devrimcidir. Gerek kendi milleti gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi dehadır.

Gerçekten de tüm bu vasıflar Atatürk'ü tanımlamakta son derece belirleyici unsurlardır. Ancak tüm bunların yanı sıra Atatürk'ün güçlü şahsiyetini ve medeni kişiliğini belirleyen, onun insani ve sosyal yönünü ortaya koyan üstün karakter özellikleri de vardır: tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, akılcı ve duygusallıktan uzak yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim ve kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemi bunlar arasında sayabiliriz.

İşte bu bölümde Atatürk'ün bu medeni kişiliğini, sosyal ve beşeri açılardan ele alacak, onun üstün karakter özelliklerine değinerek her Türk insanının örnek alması gereken vasıflarına yer vereceğiz. Bununla birlikte halen günümüzde Atatürk'ün bu üstün vasıflarını üzerinde yaşatan ve yaşatmaya da kararlı olan şanlı Türk ordusunun eşsiz askeri kişiliğinden örnekler vereceğiz. Atatürk'ün, değerli Silahlı Kuvvetler mensupları üzerinde tecelli eden seçkin özelliklerini ele alacağız.

Burada önemli olan nokta ise nihai hedefin, Atatürk'ün müstesna şahsiyetinin vatandaşlık şuuruna varmış her Türk ferdi tarafından örnek alınması ve yaşanır hale gelmesidir. Zira, 70 milyonu bulan genç ve dinamik nüfusuyla, dev adımlarla büyüyen ekonomisiyle, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar uzanan kültürel etki alanıyla, en büyük çalkantıların dahi sarsamadığı örnek iç istikrarıyla Türkiye, hiç şüphesiz ki, 21. yüzyıla damgasını vuracak ülkeler arasında bulunmaktadır. Böyle bir ideal içinde elbette millet olarak örnek alınacak bir karaktere ulaşılması gerektiği de açıktır. İşte bu noktada Büyük Önder'in müstesna kişiliği, her konuda olduğu gibi Türk insanına örnek olmaya ve ışık tutmaya devam edecektir.

Bir eylem insanı Atatürk

Atatürk’ün belki de en önemli vasfı bir eylem insanı olmasıdır. Yani düşündüklerini sadece lafta bırakmaması, onu gerçekleştirmek için derhal harekete geçip ortaya somut birşeyler koymuş olmasıdır. O yüzdendir ki, Avrupalıların "Hasta Adam" diye nitelediği bir milleti ayağa kaldırmıştır. Ortaya koyduğu ve bir araya getirip kaynaştırdığı ilkelerle ülke karanlıklardan aydınlığa taşınmış ve müreffeh Türkiye’nin temelleri atılmıştır. İçindeki coşkun vatan sevgisi ve her zaman yokluk içinde dahi başarıyı hedefleyen "Kuva-i Milliye Ruhu" ülkeye önce askeri sonra da sosyal ve ekonomik alanlarda birçok zaferler kazandırmıştır.

Atatürk, ülke sorunlarını çözerken daima aklın ve ilmin gereklerine göre hareket etmiştir. Olayları geniş ve detaylı düşünmüş, basit hedefler peşinde değil, gelecek nesilleri bile rahat ve huzur içinde yaşatacak köklü çözümler peşinde olmuştur. Her zaman vatanın ve milletin menfaatlerini gözetmiş, hiçbir zaman kendi rahatı peşinde olmamıştır.

"Bugüne dek elde ettiğimiz başarı, bize ancak gelişme ve uygarlığa bir yol açmıştır... Bize ve bizden sonra gelenlere düşen görev, bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir" diyen Atatürk, kendisinden sonra gelecek yeni nesillere düşünce ve ilkeleri etrafında yürüme görevini vermiştir.

Bugün vatanın ve milletin hayrı adına yola çıkanlardan yalnızca Atatürk’ün açtığı yolda yürüyenlerin başarıya ulaştıkları bir gerçektir. Ülkemizin meselelerine en gerçekçi yaklaşımlar ve üretilen en sağlıklı çözümler yine Atatürk’ün çizdiği çerçevede şekillenmektedir.

Öyle ise, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü sadece geçmişte yaşanmış parlak bir olay olarak düşünmek, birtakım süslü sözlerle övmek hem yetersiz hem de çok yanlıştır. Burada önemli olan Türk Milleti’nin her alanda modernleşmesinin reçetesini içeren Atatürkçülüğün pratik hayata geçirilmesidir.

Ülkemiz artık yeni bir yüzyıla hazırlanıyor. Hedefimiz ulusça belli: dünya üzerinde en gelişmiş ve çağdaş devletler içinde hak ettiğimiz yeri almak. Türkiye bunu başaracak güce, akla ve kaynağa fazlasıyla sahip. Yapılması gereken tek şey, Atatürk’ün yıllar önce ortaya koyduğu ilke ve düşüncelerle yokluktan ortaya çıkardığı modern Türk Devleti’ni, yine aynı ilke ve düşüncelere çok daha kuvvetle sarılıp büyük bir hızla çağımızın ötesine taşımak. Türkiye bunu Atatürk ile zamanında başarmış ve adeta bir Türk Rönesansı yaşamıştır. Bugün de O’nun ilke ve düşüncelerine sadık kalacak samimi Atatürkçülerle bu başarının çok daha fazlasını gösterebileceğine inancımız tamdır.

Atatürk'ün bağımsızlık tutkusu

Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün önemini kavrayabilmek ve samimi bir Atatürkçü olabilmek için herşeyden önce O’nun hayatını incelemek, neler yaptığını, neyi hangi düşünce ve ruh hali içerisinde gerçekleştirdiğini iyi analiz etmek gerekir.

O’nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.

Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.

Askerlik yıllarında Suriye’de görevli iken gizlice geldiği Selanik’te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)’ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."

Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal’in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.

Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.

Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir:

"İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."

Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.

Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.

Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk’ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.

Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:

"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)

Kararlı ve çevresine moral aşılayan lider

Atatürk en zor anlarda dahi kararlılığından ve inancından hiçbir şey yitirmez ve sürekli çevresine moral aşılardı. Bunun en önemli örneklerinden biri Samsun’a ayak bastıktan sonra, Erzurum Kongresi’ne kadar olan dönemde görülmüştür. Halkın ve idarecilerin büyük bir umutsuzluğa kapıldıkları anda, O’nun kararlılığı ve davasına olan inancı başarıya giden yolda tek ışık olmuştu. Mustafa Kemal Paşa bu zorlu dönemde bir yandan kumandanlarla temas kuruyor, onlarla yapılacak savunma için fikir ve karar birliği sağlamaya çalışıyordu. Öte yandan belki de en zor görevi başarmaya gayret ediyor, yorgun ve perişan durumda olan halkın moralini ve güvenini kuvvetlendirmeye çalıyordu. Özellikle Erzurum Kongresi öncesindeki çalışmaları bu konuda sağlam temeller atmasını sağladı ve çevresine, çalışma arkadaşlarına ve halka moral aşılamayı başardı.

Nitekim Atatürk’ün silah arkadaşı İsmet İnönü Paşa, İkinci İnönü Zaferi'nden sonra, kendisini kazandığı zaferden dolayı tebrik eden Mustafa Kemal Paşa’ya cevaben bir mektup yazmıştır. Bu mektupta elde edilen zaferin arkasındaki esas gücün, Atatürk’ün ruhundaki ateş olduğunu, bu ateşte milletin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerinin toplandığını şu satırlarla ifade etmiştir:

"İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
"TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Zulüm ve istibdat dünyasının en zalimane hücumlarına karşı yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisi’nin Reisi Mustafa Kemal Paşa!. Kahraman askerlerimiz; Subay ve erlerimizle Avcı hatlarında omuz omuza vuruşan Tümen ve Kolordu Komutanları adına takdir ve tebriklerinize Kemali Fahr ile arzı şükran ederim."

Atatürk’ün kararlılığının bir başka örneği Sakarya Meydan Savaşı'ndan önce yaşanan gelişmelerde görülmüştür. Bu gelişmeler Atatürk’ün zamanın ötesinde bir dehaya sahip olduğunu, mevcut şartları analiz etme gücünü ve milletine olan sarsılmaz inancını da bir kez daha ortaya koymuştur.


Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir.

Sakarya Meydan Savaşı'ndan önce söz konusu olaylar şöyle gelişmiştir: 1920 senesinin Temmuz ayında Yunan İşgal Kuvvetleri Geyve Boğazı’ndan Afyon’a kadar uzanan hat boyunca mevzilenmiş Türk ordusuna karşı büyük bir taaruza girişirler. Mustafa Kemal düşmana karşı daha elverişli şartlarda savaşmak için orduya Sakarya’nın doğusuna çekilme emri verir. Bu taktik çekilmesi ve Yunan ordusunun ilerlemeleri bütün yurtta ve TBMM’de büyük heyecan uyandırmıştır. Harp sanatından anlamayan ve Atatürk’ün askeri dehasını hakkıyla takdir edemeyenler bu çekilişi büyük bir yenilgi sanmışlardır. TBMM’de tartışmalar ve hiddet son dereceyi bulmuştu ki, Mustafa Kemal’in inanç ve kararlılığı bu tartışmalara son noktayı koydu. Bir genelgeyle halkın ve mebusların moralleri düzeltildi ve kendilerine olan güvenleri tazelendi. Atatürk’ün aşıladığı bu inanç ve güven duygusu kısa bir süre sonra büyük bir zafere vesile olacaktı. Söz konusu genelge şöyleydi:

"Düşmanın ilerlemesi ihtimaline karşı halkın, kesinlikle tereddüt ve kuşku duymasına yer yoktur. Düşmanın Anadolu ve içlerine doğru uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu yeni sefer, düşmanın ölüm yolculuğudur. Tanrı'nın yardımı, yakın olaylar bu sonucu gösterecektir."

Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istedi. Çünkü milletin ve Meclis’in umudu O’nun şahsında bütünleşmişti. Sonuçta 5 Ağustos 1921 tarihli bir kanun ile Meclis bütün yetkilerini Mustafa Kemal’e devretti ve O’na başkomutanlık sıfatı verdi. Böylece Erzurum Kongresi sırasında bütün sıfat ve memuriyetlerinden çekilmiş olan Mustafa Kemal Paşa, ulusal iradeyle ve Meclis Reisi olarak askerlikteki en sorumlu fakat en şerefli göreve, Başkomutanlığa yükselmiş bulunuyordu.

Osmanlı Devleti'nde, Başkumandanlık daima padişaha ait olmuş ve ordular Başkomutan vekilleri tarafından sevk ve idare edilmiştir. Mustafa Kemal ise bir milli kahraman olarak Türk tarihi boyunca milli iradeye dayanarak başkomutanlık makamına geçen ilk Türk komutandır.

Mustafa Kemal bu şerefli makam ile aziz Türk ordusunun başına geçti ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi boyunca orduyu yönetti.

Savaş sırasında atından düşen ve kaburga kemiği kırılan Mustafa Kemal, yaralı olarak sedye üzerinden harekatı idare etti. Bu büyük kumandanın cesareti, fedakarlığı ve inancı askerlere moral aşıladı. Bu durum, komutası altındaki kahraman askerlerin kendisine duydukları güvenle birleşince, o zaman için hiç kimsenin ihtimal vermediği bir mucize gerçekleşti. Sayı, mühimmat ve imkan olarak çok eksik bırakılmış Türk ordusu, Batı’nın bütün imkanlarını arkasına almış Yunan ordusunu hezimete uğrattı.

Atatürk’ün kararlı ve önder kişiliğinin insanlar üzerinde yarattığı etki Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından yıllar sonra dahi birçok yabancı gazeteci ve devlet adamını kendisine hayran bırakmıştır. Bu gazeteci ve devlet adamlarından bazıları Atatürk hakkında şunları söylemişlerdir:

Fransız Gazeteci Madam Golis;
"Ani olarak fosfor gibi ışıldayan yine birdenbire kendi içinde dönen garip bakışları vardı. Kuvvetli kişiliği, herşeyi kavramadaki süratle, el hareketleriyle, kendini belli ediyor. Mustafa Kemal, gerçekten genç temiz, candan inanmış, ulusunu yönetmek için doğmuş bir insandır." (Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 333)

İngiliz Yazar Ravlinson;
"Kuvvetli karakterli ve dünya ulusları arasında kendi ulusunu, haklı gururu üzerine kesin görüşlü bir adam olarak hiçbir zaman kişisel ün peşinde koşmadı. Yurdunun çıkarlarını herşeyin üstünde tutan ve milleti için her faydalı sonuca ulaşmaya çalışan bu zat gücünü damarlarına işleyen görev duygusundan alıyor." (Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 333)

İtalyan Bakan Soforça;
"Hayatının sonuna kadar ulusunun mutlak güveniyle kurduğu devletin başında kalan muzaffer kumandanın kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir." (Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 334)

İngiliz Elçisi Persi Loren;
"Görüşü o kadar keskin ve sıhhatli idi ki, olayların gidişi halkın duyguları ve Türkiye’nin iş ilişkilerinden sezişleri şaşılacak bir şekilde doğru çıkardı." (Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 334)

Tevazu sahibi bir deha

Mustafa Kemal’in en büyük özelliklerinden biri de yaşadığı çağın çok ötesinde bir dehaya ve kahramanlıklarla dolu bir yaşama sahip olmasına rağmen, son derece tevazulu ve alçak gönüllü gerçek bir beyefendi olmasıydı. Yaşamının her anında, dünya milletlerini şaşkınlığa uğratan ve mucize olarak adlandırılan zaferler kazandıktan sonra dahi, bu başarıdaki en büyük kişisel pay kendisine ait olmasına rağmen, başarıyı ve yapılan övgüleri hiçbir zaman üstlenmemiş ve hep çevresindeki silah arkadaşlarına, aziz Türk ordusu ve Türk Milleti'ne mal etmiştir.

Atatürk’ün tevazusunu ortaya koyan belgelerde şahsının bir başka özelliği de ön plana çıkmaktadır. Bu özellik söylemek istediği sözü en çarpıcı kelimelerle, en güzel manayı oluşturacak şekilde anlatmadaki ustalığıdır. Atatürk, karşısındaki insanı hep en yüksek şekilde onore etmiş ve bunu yaparken söz söyleme sanatındaki ustalığını kullanmıştır.

Alçakgönüllüğü, hitabetteki ustalığı ve bu ustalığı insanları en olumlu etkileyecek şekilde kullanması, dünya tarihinde çok az büyük insanda görülen gerçek bir beyefendilik özelliğidir.

Örneğin Birinci İnönü Zaferi’nden sonra silah arkadaşı İsmet Paşa’ya yazdığı teşekkür mektubunda bu özelliğini açık bir şekilde ortaya koymuştur;

"İnönü Muharebe Meydanı'nda, Metris Tepe’de Batı Cephesi Komutanı ve Genelkurmay Başkanı General İsmet’e: Dünya tarihinde sizin İnönü Meydan Muharebeleri'nde üzerine aldığınız görev kadar ağır bir görev kabul etmiş komutanlar azdır.

Düşmanın çılgın istilası, azim ve hamiyetinizin kayalarına başını çarparak paramparça oldu. Namınızı, tarihin şeref sahifelerine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda sonsuz minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken üstünde durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanını seyrettirdiği kadar, Milletimiz ve kendiniz için parlak yükselme ile dolu bir gelecek ufkuna da baktığını ve egemen olduğunu söylemek isterim."

Ancak Atatürk’ün vurgulamakta ve yüceltmekte en hassas olduğu konu Yüce Türk Milleti’nin fedakarlığı, cesareti ve Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği özveri oldu. Nitekim kazanılan eşsiz zaferin mimarı Mustafa Kemal, bu zaferin Anadolu halkının eseri olduğunu her fırsatta en güzel şekilde dile getirdi:

"Düşünmediler ki Türkler’in vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri kendilerinin mel’un ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir. Nitekim milletimiz düşmanın hazırlıklarına karşılık için, hiçbir fedakarlıktan çekinmedi. Ordumuzu takviye para, insan, silah, hayvan, araba velhasıl her ne lazımsa seve seve verdi. Avrupa’nın en mükemmel araçlarıyla donatılan Konstantin ordusundan, ordumuzun donatım itibariyle de geri kalmaması ve hatta ona üstün gelmesi gibi inanılmaz mucizeyi Anadolu halkının fedakarlığına borçluyuz." (TBMM Tutanakları, c. 12, s. 210)

Atatürk aynı alçakgönüllüğü 30 Ağustos Zaferi'nden sonra da göstermiş ve kazanılan bu büyük zaferin arkasında Türk ordusunun komuta heyetinin ve Türk subaylarının bulunduğunu belirtmiş ve büyük zaferi Türk Milleti’nin bir anıtı olarak ifade etmiştir. Eşsiz deha sahibi bu Büyük Kumandan için övünülecek tek özellik, Türk miletinin bir evladı olmak ve bu milletin ordusunda Başkumandan olarak hizmet etmekten başka bir şey değildi:

"Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu muharebe; Türk ordusunun, Türk subaylarının ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tesbit eden çok büyük bir eserdir. Bu e-ser, Türk Milleti'nin ölmez bir anıtıdır. Bu eseri meydana getiren bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğum için, sonsuza dek mesut ve bahtiyarım."

Atatürk’ün sözlerinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, sözlerinde Türk Milleti’nin ve Türk ordusunun bir bütün olarak işlenmesi ve millet ve ordusu arasındaki bağ ve yardımlaşmadan bahsetmesidir. Bu bağ yalnızca Kurtuluş Savaşı’nda görülmemiş, Türk Ordusu tarihinde ve Cumhuriyet sonrasındaki her dönemde de görülmüştür. Günümüzde de Türk Halkı’nın Kahraman Ordusu’na karşı gösterdiği hassasiyetin ve her Türk vatandaşının kalbinde Türk ordusunun özel bir yeri olmasının sebebi, tarih boyu süregelen ve Atatürk’ün de sözlerinde altını çizmiş olduğu bu kopmaz bağdır.

Atatürk Kurtuluş Savaşı sonrasında hükümdar, diktatör, halife ve daha birçok şeyler olabilirdi, fakat büyük adam olabilmek için onun parlak ünvanlara ihtiyacı yoktu. Hazırladığı ve kendi ölçüsüne göre kurduğu bir Cumhuriyet’in başkanı olduktan sonra, çizdiği medeniyet yolunda yürümeye başladı. Kendisi şüphesiz tahta çıkabilirdi. Fakat basireti buna mani oldu. Kibirsizdi, gösterişi sevmez, öğünmesini bilmezdi. Hergün biraz daha filozoflaşmış, halk arasında kıymeti artmıştır. (Atatürk Yolu, Otomarsan Kültür Yayını, s.115)

Bu büyük insanın sahip olduğu tevazu, yakın çevresi ve diğer insanlarla birebir ilişkilerinde daha da net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Cumhuriyet dönemi ressamlarından İbrahim Çallı’nın Atatürk’le yapmış olduğu sohbet bu tevazunun açık bir örneği olmuştur.

İbrahim Çallı’nın o gün yaşadığı izlenimleri Hasan Cemil Çanbel şöyle anlatıyor:

Çallı - "Büyük reisimiz, beni huzurunuza kabul buyurdunuz. Ve beni konuşturdunuz, siz ne büyüksünüz ki, bizi dinliyorsunuz."
Atatürk - "Ben sizi dinlerim, sizin konuşmak ne kadar hakkınızsa, benim de bu büyük millete söylemek, kendimi ona dinletmek hakkımdır."
Çallı - " Size malik olmak, bu güzel talih Türk Milleti'ne nasib oldu."
Atatürk - " Aynı milletin çocuklarının beraber bulunarak birbirini tanımaları, sevmeleri ve yüksek hislerle aynen tabi olmaları güzel bir şeydir. Eğer siz güzel sanatlar mensubu olarak bunu tesbit ederseniz bütün millete ve bütün insanlığa hizmet etmiş olursunuz."
Çallı - "Büyük Reisi Cumhur..."
Atatürk - "Hayır ben bu akşam sizinle Cumhurbaşkanı olarak değil, bir vatandaş olarak konuşuyorum. Bu memlekette ve her memlekette, daima bir cumhurbaşkanı vardır. Ben sizinle şimdi konuşurken bir vatandaş sıfatını düşünüyorum."
Çallı - "Siz bu milleti kurtardınız."
Atatürk - "Bu bahsi burada bırak, şimdi Gazi Mustafa Kemal yok, sizinle eşit koşullar altında konuşabilirim."
"Sözleriniz güzel ama bitti, yalnız sen mi söyleyeceksin. Sanatçılar sanırlar ki yalnız kendileri heyecanlanırlar. Etraflarındaki insanların kendilerinden ziyade heyecanlandıklarını unuturlar."
Çallı- "Büyük Paşam, bir eserim var, Fındıklı Sarayı'nda duruyor."
Atatürk- "Fındıklı Sarayı neresi? Ben saraylardan hoşlanmam. Devlet Başkanı olmak mecburiyetinde, İstanbul’a gittiğimde Dolmabahçe denen soğuk bir yerde oturuyorum. Ve ben orada rahatsız oturuyorum. Bir evde otursam daha rahat ederim." (Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 349)

Atatürk bütün yaşamını cephelerde mücadele etmekle geçirmiş, bir ülkenin Kurtuluş Savaşına tek başına yön vermiş, o güne kadar hiçbir Türk’e nasip olmayan yetki ve sorumlulukla Türk ordusunun başına geçmiş ve büyük bir zafere imza atmış eşsiz bir devlet adamıdır. Ancak bu muhteşem ve kahramanlıklarla dolu tarihe sahip olan insan, günlük yaşamında gösterişten uzak sakin bir yaşam sürmeyi tercih etmiştir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki yıllardaki yaşamı onun bu özelliğini göstermektedir.

Atatürk Ankara’da bulunduğu zamanlarını Marmara Köşkü’nde geçirir, öğle yemeklerini orada yer, sıradan bir vatandaş gibi çiftlikle meşgul olur, bazen sohbet etmek için yakın arkadaşlarına uğrardı.

Atatürk, İstanbul’da iken motorla boğaz gezintisinden, Anadolu sahilini takiben Ada’ya gitmekten hoşlanırdı. En büyük zevki milletin arasına karışarak, onların eğlencesine iştirak etmekti. Herkes bilirdi ki Ata’nın en mutlu olduğu dakikalar milletiyle beraber olduğu anlardı.