Bölüm 1: Kuran Ahlakında Fedakarlığın önemi (2/3)

Müminlerin Fedakarlık Göstermeleri Gereken Durumlar

Allah dünya hayatını bir imtihan ortamı olarak yaratmış ve insanları "hayır ve şerle" deneyeceğini bildirmiştir. Bu nedenle insan yaşadığı süre boyunca hiç beklemediği bir anda çok şaşırtıcı olaylarla karşılaşabilir. Kişinin böyle ani durumlarda da güzel ahlak gösterebilmesi, Kuran ahlakına uygun tavırlar sergileyebilmesi ancak samimi imana sahip olmasıyla mümkün olur. Kalbindeki Allah korkusu ve derin iman, hiç beklemediği, daha önce hiç tecrübe etmediği olaylar karşısında da en doğru olan tavrı gösterebilmesini sağlar. Temelde bu inanç yaşanmadığı takdirde ise, kişi ancak belirli konularda ve belirli şartlar altında fedakarlıkta bulunabilir. örneğin insanların gözünde bir itibar kazanacağını düşündüğünde ya da bir çıkar elde edeceğini umduğunda fedakarlık yapabilir. Ama beklenmedik anlarda ortaya çıkan, kendisini zora sokacak ya da zarara uğratacak bir durumla karşı karşıya kaldığında bu ahlakı gösteremez.

Müminler ise bu tür ani durumlarda da hiç düşünmeden, çok büyük bir şevk ve heyecanla, seve seve her türlü fedakarlıkta bulunabilirler. Peygamberimiz (sav) döneminde başta Resulullah olmak üzere, tüm sahabeler bu ahlakın eşsiz örneklerini sergilemişlerdir. Samimi imanlarından kaynaklanan fedakar ahlaklarından ötürü insanlara örnek olmuşlardır. Mallarını, canlarını önemli görmemiş, inkar edenlerin çoğunlukta olduğu ve iman edenlere karşı büyük bir düşmanlıkla harekete geçtikleri bir dönemde, Allah'ın rızasını kazanabilmek için ölümüne bir kararlılık göstermişlerdir. Gerektiğinde evlerini, ailelerini, işlerini, mallarını mülklerini, itibarlarını ve dünya hayatına dair tüm nimetleri hiç düşünmeden geride bırakmışlardır. Kendi menfaatleri yerine, Müslümanların rahatını, huzurunu, güvenliğini ve iyiliğini sağlamak için çaba harcamışlardır. Peygamberimiz (sav)'in güvenliğini, kendi canlarından ve rahatlarından üstün tutarak, yüzyıllar boyunca gelmiş geçmiş tüm insanlara örnek olacak üstün bir ahlak örneği sergilemişlerdir. Kuran'da iman sahiplerinin Peygamberimiz (sav)'e karşı olan bu sadakatleri ve bu yönde gösterdikleri fedakarane ahlaklarına dikkat çekilmiş, Resulullah (sav)'ın nefsini daima kendi nefislerinden üstün tuttukları bildirilmiştir:

Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır... (Ahzab Suresi, 6)

İslam alimlerinin eserlerinde Peygamberimiz (sav)'in ve sahabelerin hayatlarına dair çeşitli fedakarlık örnekleri aktarılmaktadır. Onların bu konudaki kararlılıkları, cesaretleri ve sabırları ise, fedakarlığı yalnızca Allah'ın rızasını, rahmeti ve cennetini kazanabilmek için yaşadıklarını ortaya koymaktadır. Putperest bir inancın hakim olduğu bir toplumda, inkar edenlerin tüm baskı ve tehditlerine rağmen, her türlü zorluk ve sıkıntıyı göze alarak Hz. Muhammed (sav)'in Allah'ın Resulü olduğuna iman etmişlerdir. Ve bu imanlarında çok güçlü bir kararlılık göstermişlerdir. O dönemde Mekke'nin önde gelen güç ve itibar sahipleri, Müslümanlığı kabul eden kimseleri yıldırmak, vazgeçirmek ve kendi putperest dinlerine geri döndürebilmek için büyük bir baskı uygulamışlardır. Allah'ın rızasını kazanabilmek için her türlü güçlüğe ve zorluğa karşı göğüs germeye kararlı olan bu salih müminlerden kimileri gördükleri işkenceler nedeniyle yaralanmış, sakat kalmış, kollarını bacaklarını kaybetmiş, kimileri ise yapılan zulmün şiddetinden yaşamlarını kaybetmişlerdir. Ancak bunların hiçbiri onların kararlılıklarını, Allah'ın rızasını kazanmaktaki şevk ve heyecanlarını etkilememiştir. Tam aksine, yaşadıkları zorluk ve sıkıntılar onların daha da büyük bir azimle hareket etmelerine, daha büyük özverilerle Peygamberimiz (sav)'e ve iman edenlere destek olmalarına, din ahlakının yayılması için daha büyük bir şevkle çaba harcamalarına neden olmuştur. Peygamberimiz (sav) ile birlikte savaşa çıkıp yaralanmış ama, bundan dolayı hiçbir şekilde bir teessüre kapılmamış, bunu kendileri için büyük bir şeref ve nimet olarak kabul etmişlerdir. Kuran'da iman sahiplerinin bu üstün ahlakları şöyle bildirilmektedir:

Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)

Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.

Onların söyledikleri: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et" demelerinden başka bir şey değildi.

Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 146-148)

Bir başka ayette "Küçük, büyük infak ettikleri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah'ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır." (Tevbe Suresi, 121) hükmüyle bildirildiği gibi, sahabeler tüm bunların kendilerini Allah'a yakınlaştıracak, cennetlerine vesile olacak önemli fırsatlar olduğunu bilerek hareket etmişlerdir. öyleki, Allah rızası için yapılan bir ibadet olduğu için, bir savaştan yaralı olarak dönüp, şevkle ve heyecanla Peygamberimiz (sav) ile birlikte bir diğer savaşa katılmanın sevincini yaşamışlardır. Kalplerinde hastalık olan münafık karakterli kimselerin zarara uğramaktan korkarak geride kaldıkları bir dönemde, onlar Allah'a olan bağlılıklarını ve bu uğurda her türlü fedakarlığa hazır olduklarını şöyle ifade etmişlerdir:

De ki: "Siz bizim için iki güzellikten (şehitlik veya zaferden) birinin dışında başkasını mı bekliyorsunuz? Oysa biz de, Allah'ın ya Kendi Katından veya bizim elimizle size bir azap dokunduracağını bekliyoruz. öyleyse siz bekleyedurun, kuşkusuz biz de sizlerle birlikte bekleyenleriz. (Tevbe Suresi, 52)

Karşılaştıkları her zorluğun Allah'tan bir rahmet olduğunu bilerek hareket etmiş, dünya hayatının değil Allah'ın rızasının ve ahiret hayatının güzelliğine talip olmuşlardır. Peygamberimiz (sav) ile birlikte savaşa çıkabilecek bir binek bulamadıkları ve Müslümanlara yardım edebilecekleri bir imkanları olmadığı için gözlerinden yaşlar boşanan kimselerin fedakarlıktaki bu şevkleri Kuran'da şöyle bildirilmektedir:

Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. (Tevbe Suresi, 92)

Peygamber Efendimiz (sav)'in döneminden bu yana yaşamış olan tüm Müslümanlar da benzeri olaylarla karşılaşmışlardır. Allah Kuran'da, dünya hayatındaki imtihan ortamının bir gereği olarak her insanın malıyla, canıyla, yakınlarıyla, sevdiği insanlarla, yaptığı ticaretle, makam ya da itibar gibi değerlerle denenebileceğini bildirir. Şeytan her insanın nefsini, dünya sevgisi, mal tutkusu, makam hırsı, gelecek endişesi, rahata düşkünlük gibi konularla kışkırtır, nefsinin isteklerine göre yaşaması, iradesizlik, tembellik ve gevşeklik göstermesi, yılgınlığa, ümitsizliğe ve korkuya kapılması için teşvik eder. Ancak salih müminlerin tavrı her zaman için şeytanın tüm bu kışkırtmalarına karşı Kuran ahlakıyla karşılık vermek ve nefislerinden değil, Allah'ın rızasından yana tavır koymaktır.

Kuran'da iman edenlerin dünya hayatında karşılaşabilecekleri, fedakarlık göstermelerini ve özveride bulunmalarını gerektirebilecek durumlardan bazıları şöyle bildirilmektedir:

Dünya Hayatının Süslerinden Feragat Edebilmek

Allah Kuran'ın "Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye." (Kehf Suresi, 7) ayetiyle dünya hayatının, gerçekten iman eden kimselerle samimiyetsiz insanların ayırt edilmesi için süslü kılındığını bildirmiştir. Bir başka ayette ise dünya hayatındaki bu süslerden bazıları şöyle açıklanmıştır:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)

Ayette sayılanların her biri insanlar için birer nimet olarak yaratılmıştır. Ancak insanın sorumluluğu, bu nimetlerin Allah'tan olduğunu bilerek, bunları Rabbimiz'e şükrederek ve O'nun razı olacağı şekilde kullanmaktır. İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı her nimet, onun Allah'a daha da yakınlaşmasına, daha çok şükretmesine ve Rabbimiz'in büyüklüğünü, aklını, sanatını, sonsuz rahmetini ve esirgeyiciliğini daha da iyi takdir edebilmesine vesile olmalıdır. Dilediğinde Allah'ın tüm bunları kendisinden geri alabileceğini ve Allah'tan başka hiçbir gücün ona bir yardımı olamayacağını unutmamalıdır.

Bu gerçeklerin şuuruna varan bir kimse, Allah'tan başka dostu, velisi ve yardımcısı olmadığını, yaşadığı her an kendisini koruyup kollayanın, nimet ve rızık verenin, işlerini kolaylaştıranın, huzur ve güven duygularıyla kalbini destekleyenin yalnızca Allah olduğunu anlar. Allah'a çok derin bir sevgiyle, sarsılmaz bir bağlılık ve sadakatle bağlanır. Rabbimiz'i razı edememekten, O'nun hoşnutluğunu, sevgisini ve dostluğunu kazanamamaktan şiddetle korkar ve buna neden olabilecek tavırlardan titizlikle kaçınır. Hayatının her anını Allah'ın razı olacağı, Kuran ahlakına en uygun olan, gücünün yettiği en güzel tavırları göstererek geçirmeye çalışır.

Bu samimi bakış açısının bir gereği olarak, sahip olduğu her nimeti de yine yalnızca Allah'ın rızasını, dostluğunu kazanabilme ve sonsuz rahmetine kavuşabilme amacıyla kullanır. Yukarıdaki ayette sayılanlar iman eden bir kimse için de elbette birer nimettir. Ama hiçbir zaman için Allah'ın rızasını kazanmaktan öncelikli değildir. Mümin bunlara yönelik menfaatleri elde etmek için hiçbir zaman bir hırsa kapılmaz. Allah'ın rızasını kazanması için bunların herhangi birinden feragat etmesi gerektirdiğinde de asla tereddüt etmez.

Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. (Taha Suresi, 131)

Kimi insanların fedakarlıktaki ölçüsü ise, "önce benim rahatım, benim ihtiyaçlarım, benim isteklerim karşılansın, sonra başkaları için iyilik yaparım" şeklindedir. Ancak bu hayat görüşü Kuran'da anlatılan fedakarlık ahlakıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. çünkü bu kişilerin fedakarlıkta bulunduklarını söyledikleri şeyler gerçekte "sahip oldukları şeylerin ihtiyaç duymadıkları kısmı"dır. Bunun yokluğu kendilerini pek fazla etkilemez. Bu tür bir davranış içerisinde olan kimseler fedakar olduklarını düşünebilirler. Ancak Kuran'da, Allah'ın razı olacağı ahlakın "gerektiğinde menfaatlerinden tümüyle vazgeçebilmek, hiç düşünmeden en sevdiği şeylerden feragat edebilmek" olduğu bildirilmiştir. Bu konudaki güzel ahlak ölçüsünü Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)

Allah'ın bu konuda insanlara bildirdiği bir başka güzel ahlak ölçüsü ise "yapılan fedakarlığın, ihlasla yapılması; iyilik yapılan kişiyi minnet altında bırakacak tavırlardan sakınılması"dır. Toplumda kimi zaman iyilik yapan, ama ardından da her fırsatta yaptığı bu fedakarlığı dile getiren insanlara rastlamak mümkündür. Bu tavırlarıyla iyilik yaptıkları kişinin kendisini borçlu hissetmesini sağlamayı ve ileride -eğer ihtiyaç olursa- bu iyiliğin karşılığını alabilmeyi amaçlarlar. Bazı kimseler de çevrelerindeki insanlardan takdir toplayıp, kendilerine, "ne kadar iyiliksever bir insan" dedirtebilmek gibi basit menfaatleri hedeflerler. Oysa gerçek fedakarlık, insanlardan maddi ya da manevi hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca Allah'ın rızası hedeflenerek yapılır. Kuran'ın "Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir." (Bakara Suresi, 265) ayetiyle salih müminlerin bu konudaki ihlaslarına dikkat çekilmiştir. Bir başka ayette ise müminlerin mallarından fedakarlık ederken gösterdikleri samimi tavırları ve yalnızca Allah'ın rızasını gözetmeleri, "Ancak Yüce Rabbinin rızasını aramak için (verir). Muhakkak kendisi de ileride razı olacaktır." (Leyl Suresi, 20-21) ayetleriyle belirtilmiştir. Kuran'da, yapılan fedakarlığın ardından karşı tarafa eziyet veren ve minnet altında bırakan bir ahlak göstermenin yanlışlığı hatırlatılmış, bundan sakınan müminler ise şöyle müjdelenmişlerdir:

Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri Katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 262)

Kuran'da müminlerin bu üstün ahlakları nedeniyle kimi zaman infakta bulundukları halde bunu gizli tuttukları bildirilmiştir:

Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Ra'd Suresi, 22)

Kuran'da bu konuda dikkat çekilen bir başka ölçü ise fedakarlığın yalnızca refah ve zenginlik içerisindeyken değil, darlık, sıkıntı ve yoksulluk söz konusu olduğunda da aynı şevkle yaşanmasıdır. İnsan içerisinde bulunduğu maddi manevi zorlukları vicdanına karşı bir mazeret olarak öne sürmemelidir. Kendisini koruyup kollayanın, destekleyip yardım edenin Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamalı, güzel ahlak gösterdiği takdirde Allah'ın kendisine bir çıkış yolu göstereceğini, kolaylık sağlayacağını bilmelidir. Allah Kuran'ın "Rablerine icabet edenlere daha güzeli vardır. O'na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgulamanın en kötüsü onlar içindir. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yaratıktır o!.." (Rad Suresi, 18) ayetiyle Allah'ın rızasını gözeterek hareket edenler için daha güzeli olduğunu bildirmiştir. Sıkıntıya düşme endişesiyle fedakarlık yapmaktan, başkalarına iyilikte bulunmaktan kaçınan kimselerin ise ahirette azaptan kurtulabilmek için, tüm sahip olduklarını, biriktirip sakladıklarını fidye olarak vermek isteyecekleri, ama bunların hiçbirinin kabul görmeyeceği bildirilmiştir.

Müminlerin bu konudaki üstün ahlaklarından Kuran'da övgüyle bahsedilmektedir:

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)

Allah "Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun Katında olandır." (Teğabün Suresi, 15) ayetiyle, dünya hayatının süslerinin ancak birer fitne ve deneme konusu olduğunu bildirmiştir. Bir başka ayette ise bunlara karşı tutkuya kapılarak Allah'ın rızasını aramaktan uzaklaşmamaları için insanları şöyle uyarmıştır:

Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırarak-alıkoymasın'; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)

... Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

İnsanın karşısına, sahip olduğu maddi imkanların yanı sıra kendi canından fedakarlıkta bulunması gereken durumlar da çıkabilir. Fakat bu bakış açısının da sadece belirli birkaç konuyla sınırlı olduğu sanılmamalıdır. Dünya hayatında kişinin karşısına çıkabilecek nimetler çok çeşitli ve çok fazladır. İman eden ve vicdanını kullanan bir insan, tüm bu nimetlerin Allah'ın bir lütfu ve kendisi için birer deneme konusu olduğunu bilir. Bunların her biri için "elimdeki bu imkanları Allah'ın rızasına en uygun olacak şekilde nasıl kullanabilirim?" diye düşünerek hareket eder. Kimi zaman bir başka müminin hayatını kurtarabilmek için kendi yaşamını tehlikeye atması, kimi zaman bir başkasına yardım edebilmek için kendi kazanacağı itibardan, makam mevkiden vazgeçmesi gerekebilir. Aynı şekilde başkalarının sorunlarını halledebilmek için, kendi imkanlarını seferber etmesi, onların rahatı, refahı, huzuru için, kendi düzeninden ödün vermesi gerekebilir. Başka insanların sağlığını, sıhhatini koruyabilmek için, kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atmak zorunda kalabilir. Fiziksel anlamda yorulmak, her zamankinden daha çok çalışmak mecburiyetinde olabilir.

Bu şuurla hareket eden bir mümin, gün içerisinde aklını, yeteneklerini, bilgi birikimini, tecrübelerini, bedeni gücünü, vaktini en faydalı şekilde kullanmaya çalışır. Gerektiğinde kendi rahatından ya da kendisine ayıracağı vakitten fedakarlıkta bulunur; uykusuna, yediğine, diğer kişisel işlerine ayıracağı vakti en aza indirip tüm vaktini başkalarına faydalı olabileceğini düşündüğü hayırlı işlere ayırır. Böyle bir kişi istese, bunun yerine kendisine geniş vakit ayırıp, geriye kalanını da başkalarına faydalı olmak için kullanabilir. Bu da son derece makuldür aslında. Bu kişinin de vicdanlı davrandığı, geri kalan vaktinden özveride bulunduğu düşünülebilir. Ama herşeyin daha iyisi, daha fazlası vardır. Samimi imanından kaynaklanan fedakarlık ruhu da, kişiyi yapabileceğinin en fazlasını yapmaya, vaktinin her saniyesini olabilecek en iyi şekilde kullanmaya yöneltir.

Bunun gibi, Allah insanın karşısına daha pek çok imkan sunar. Kimileri sahip oldukları bu imkanları Allah'ın rızasını kazanmak için kullanmak yerine, dünyaya karşı büyük bir hırsa kapılırlar. Ellerindeki nimetleri Allah'a şükrederek kullanmak yerine, bunları sahiplenip cimrileşir ve daha da fazlasını elde edebilmek için tamahkar bir ahlak gösterirler. Kuran'da bu gibi insanların tavırları şöyle bildirilmektedir:

Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal' (servet) verdim.
Göz önünde-hazır çocuklar (verdim).
Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim.
Sonra, daha artırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). (Müddessir Suresi, 11-15)

Dünya hayatının süslerine tamah ederek fedakarlıkta bulunmaktan kaçınan, Allah'ın rızasını aramak yerine kendi menfaatlerinin peşine düşen bu kimselere Allah Kuran'da şöyle bir örnek vermiştir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kurur, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp olumuştur. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Ayette belirtildiği gibi, insanın dünya hayatında sahiplendiği, fedakarlıkta bulunmaktan kaçındığı herşey, aynı bir ekin örneği gibi, bir gün mutlaka yok olacaktır. Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan salih ameller ise, Allah Katında en güzel şekilde karşılık görecek ve hem dünyada hem de ahirette nimete dönüşecektir. Bir başka ayette Allah bu gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:

"Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır." (Kehf Suresi, 46)

Zorluk ve Sıkıntı Ortamlarında Fedakarlık Gösterebilmek ve Sabredebilmek

Rabbimiz "Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele."(Bakara Suresi, 155) ayetiyle dünya hayatında insanların nimetlerle olduğu kadar sıkıntı ve zorluk ortamlarıyla da karşılaşabileceklerini bildirmiştir. Bir ayette Allah bu durumun bir hikmetini "Andolsun, Biz sizden cehd edenlerle (çaba harcayanlarla) sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız)."(Muhammed Suresi, 31) sözleriyle açıklamıştır. Başka ayetlerde ise Allah,"İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir." (Ankebut Suresi, 2-3) şeklinde buyurmuştur.

Gerçekten de zorluk ortamları, kişilerin içlerinde yaşadıkları asıl karakterlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bir insanın cesur mu yoksa korkak mı, cömert mi yoksa cimri mi olduğu; insaniyetli, vicdanlı, merhametli mi yoksa düşüncesiz ve bencil bir ahlaka mı sahip olduğu hep zor şartlar altında ortaya çıkar. Tüm hayatını, sahip olduğu herşeyi Allah'a adamış, Rabbimiz'in rızasını kazanabilmek için her türlü fedakarlığı göze almış bir insanın ahlakındaki üstünlük de yine bu şekilde anlaşılır. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırsa karşılaşsın, imanın verdiği şevk, azim ve iradeyle büyük bir sabır gösterir. En zor şartlarda bile elinden gelenin, güç yetirebildiğinin en fazlasını yapmaya, içerisinde bulunduğu zor şartlara rağmen başkalarına yardım etmeye çalışır. Allah'ın bu tür ortamları insanları denemek için özel olarak yarattığını, insanın refah içerisindeyken olduğu kadar zorluk içerisindeyken de fedakar bir ahlak göstermekle yükümlü olduğunu bilir. Bolluk içindeyken infak eden bir insanın, darlık içerisindeyken de aynı ahlaka sahip olması gerektiğinin farkındadır. Diğer insanların yaşadığı zor şartları hiç düşünmeden kendi sorunlarıyla oyalanmasının Müslüman ahlakıyla bağdaşmayacağının şuurundadır. İman sahipleri Allah'ın razı olacağı tavrın öncelikle muhtaç insanların yardımına koşmak olduğunu bilerek hareket ederler.

Kuran'da, Mekke'deki inkarcıların eziyetleri nedeniyle herşeylerini geride bırakıp zor şartlar altında Medine'ye hicret eden Müslümanların, orada bulunan müminler tarafından en güzel şekilde karşılandıkları bildirilmektedir. Bu kişiler, kendilerindense hicret eden mümin kardeşlerinin rahatına önem vermiş ve sahip oldukları herşeyi seve seve onlarla paylaşmışlardır. Kendileri, ihtiyaç içerisinde kalsalar bile, onların rahatını üstün tutmuşlardır. Kuran'da, Ensar adı verilen Medineli Müslümanların, Muhacir olarak adlandırılan Mekke'den hicret eden müminlere karşı gösterdikleri bu üstün ahlak şöyle bildirilmektedir:

Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)

Bir başka ayette ise Allah'ın rızasını kendi nefislerinin hoşnutluğundan üstün tutan Ensar şu şekilde müjdelenmektedir:

öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 100)

Hz. Ali (ra)'ın fedakarlıkta bulunmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu şöyle dile getirdiği rivayet edilmektedir:

Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Şu iki şeyden hangisinin minnet yönünden daha büyük olduğunu bilemiyorum: Birincisi bir Müslüman kardeşimin ihtiyacımı giderir düşüncesiyle ve halis bir niyetle bana müracaat etmesidir. İkincisi de Allah Teala'nın onun ihtiyacının benim ellerimle giderilmesini sağlamasıdır. Yemin ederim ki bir Müslüman kardeşimin bir ihtiyacını karşılamak benim yanımda yeryüzü dolusu altın ve gümüşüm olmasından daha sevimlidir. 2

Kuran'da, kendileri de ihtiyaç içerisinde oldukları halde, ellerindeki imkanları yoksullara, yetimlere ve esirlere veren müminlerin üstün ahlaklarından da bahsedilmektedir. Bu üstün ahlaklı Müslümanları Rabbimiz şu şekilde müjdelemektedir:

Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
"Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür."
"çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz."
Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.
Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. (İnsan Suresi, 8-12)

Kuran'da verilen tüm bu örnekler müminlerin ne kadar fedakarane bir ahlak gösterebileceklerini gözler önüne sermektedir. Bunun sebebi ise, iman sahiplerinin hayatlarının her anında Allah korkusu ile ve vicdanlarının sesini dinleyerek hareket etmeleridir. Onlar dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanabilmek için feragat ettikleri herşeyin, ahirette karşılarına Allah'ın dilemesiyle en mükemmeliyle çıkacağını bilmektedirler. Belki kısa süreli bir ihtiyaç çekecek, ama yaptıklarının karşılığında Allah'ın sevgisini, yakınlığını, dostluğunu ve rahmetini kazanacaklardır. Bu umut ise hissettikleri tüm eksiklikleri unutturacak, büyük bir sevinç ve neşe kaynağı olacaktır. Gerçek fedakarlık ve gerçek iyilik ancak bu şekilde yaşanabilir. Rabbimiz Kuran'da gerçek iyiliğin nasıl olması gerektiğini şöyle bildirmektedir:

Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)

Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki elbette insan hiçbir zaman için ahirette ne ile karşılaşacağından emin olamaz. Bu nedenle müminler de ahirete yönelik daimi bir umut duymakla birlikte aynı zamanda da bir korku içerisindedirler. Ancak yaşamlarının her anını Allah'ın rızasına uygun şekilde ve Kuran ahlakını yaşayarak geçirdiklerini bilmeleri bu umutlarını sürekli olarak güçlü tutar.

Dipnotlar

2- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 2, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/2, sf. 474 (Kenz III/317 (en-Nersi’den)