1. Bediüzzaman Said Nursi’nin İlmi ve İslami Mücadelesi
Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılda yetişmiş en büyük İslam alimlerinden biridir. 87 yıl süren hayatı boyunca İslam'ı savunmuş, materyalist felsefeye, din ve mukaddesat karşıtlarına karşı güçlü bir ilmi mücadele vermiştir. 6000 sayfadan oluşan eseri Risale-i Nur Külliyatı yalnızca derin bir Kuran tefsiri değil, aynı zamanda materyalist felsefeyi çürüten, iman hakikatlerini en iyi şekilde ispatlayan, aklı ve kalbi ikna eden bir eserdir.
Bediüzzaman Said Nursi mütevazı üslubuyla ahiret, kader, iman gibi birçok konuyu o güne kadar hiç açıklanmamış bir şekilde anlatmış, Kuran’ın çağımıza hitap eden yönünü ortaya koymuştur. Bediüzzaman, “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır” sözüyle dönemin önceliğini doğru şekilde tespit etmiş ve eserlerinde öncelikle imanı kurtarmaya yönelik açıklamalara ağırlık vermiştir.

İnsanları Kuran ahlakına ve hak dine davet etmek için verdiği bu fikri mücadelede Bediüzzaman’ın karşısına çıkan en büyük engel materyalist felsefeyi ve din karşıtlığını temel ilke haline getirmiş bazı çevreler olmuştur. O ise bu geçersiz felsefeleri çürütmüş, dinin akıl ve bilimle asla çelişmediğini, tam aksine aynı noktada birleştiğini ispat etmiştir. Bu yönüyle Bediüzzaman toplumda büyük bir manevi uyanış başlatan büyük ve öncü bir İslam alimidir.
Bu nedenledir ki tarih boyunca Müslümanlara atılan klasik iftira ve karalama yöntemleri Bediüzzaman Said Nursi’ye de yöneltilmiştir. Hayatı boyunca türlü komplolar ve zorluklar ile karşılaşmış, mahkemelerde yargılanmış, tutuklanıp hapse atılmış, sürgünlere gönderilmiş ve sürekli gözetim altında tutulmuştur. Risale-i Nur’un telifinde kendisine yardımcı olan talebeleri de bu süreçte aynı şekilde baskı ve zulme uğramışlardır.
Geçmişte yaşamış olan peygamberlerin, elçilerin ve salih müminlerin başlarına gelenler, onların yaşadıkları tecrübeler müminler için her zaman yol gösterici olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman Said Nursi’nin yakın tarihimizde yaşadığı olaylar ve karşılaştığı zorlukların bazıları, müvekkil Adnan Oktar ve arkadaş grubunun yaşadığı süreçle dikkat çekici benzerlikler taşımaktadır.
2. Bediüzzaman’ın Fikri Mücadelesine Yönelik İlk Tepkiler ve Takibat:
Deli Denilerek Akıl Hastanesine Gönderilmesi
İlk olarak Van'dan İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursi, 1908 yılının Mayıs ayında mevcut eğitim sistemine yönelik eğitim reform önerilerini içeren bir dilekçeyi Saray'a sunmuştur. Bu dilekçenin metni yaklaşık beş ay kadar sonra, 19 Kasım 1908'de Şark ve Kürdistan Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Ancak bir yandan bazı alimlerin hasmane tavırlar sergilediği, diğer yandan da hürriyetin sınırlı olduğu bir dönemde Bediüzzaman'ın mevcut eğitim politikalarını tenkit eden fikirleri Saray'ın dikkatini çekmiş ve sıkı gözetim altına alınmasına neden olmuştur. Bir süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı böyle pervasızca eleştiriler yönelten bir adam olsa olsa deli olabilir" denilerek, Bediüzzaman akıl hastanesine sevk edilmiştir.
Hastanede onu muayene etmekle görevlendirilen Saray doktorlarından biri Bediüzzaman’dan ‘neden ve nasıl buraya gönderildiğini’ dört madde halinde anlatmasını istemiştir. Bediüzzaman’ın verdiği cevaplar karşısında hayrete düşen doktor onun büyük bir deha ve yüksek bir zeka sahibi olduğunu anlamış ve şu ifadelerin yer aldığı bir rapor düzenlemiştir:
“Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin içerisinde zeka ve fetanet (üstün zeka ve akıl gücü) bakımından böyle bir nadire-i cihan (dünyada ender rastlanan bir kişi) bulunmamıştır.”

Bu raporun Saray’a ulaşmasıyla birlikte, daha önce II. Abdülhamid'e Bediüzzaman hakkında yanlış bilgiler vererek onu yanıltan bazı Saray paşaları telaşa kapılmış ve onu İstanbul’dan bir an evvel uzaklaştırmanın yollarını aramışlardır.
İlk olarak Bediüzzaman’ı bir hapishaneye naklettirmişler. Ancak burada da onu susturamayacaklarını anlayınca, ona birtakım imtiyazlar ve rüşvet teklif ederek sessiz kalmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bediüzzaman ise bu teklifleri kesin bir şekilde reddetmiştir.
Bunun akabinde Bediüzzaman, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yürürlüğe giren genel siyasi af kapsamında serbest bırakılarak özgürlüğüne kavuşmuştur.
İngilizlerin Düşmanlığı ve Hutuvat-ı Sitte
Bediüzzaman Said Nursi 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal eden İngilizler'in halk üzerindeki etkisini kırmak, propagandalarını etkisiz hale getirmek ve gerçek maksatlarını ortaya koymak için “Hutuvat-ı Sitte” (Altı Adım) adlı eserini kaleme almıştır. Bu risale işgalin gerçek yüzünü ve arka plandaki siyasi hesapları gözler önüne sermiştir. Hutuvat-ı Sitte adlı eser el altından dağıtılmış, kısa sürede geniş kitlelere ulaşmıştır. Bu durum İngilizler'i rahatsız etmiş, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı tarafından Bediüzzaman hakkında "ölü ya da diri olarak yakalanması" emri verilmiştir. Ancak Bediüzzaman bu tehditlere boyun eğmemiş, doğru bildiği yoldan geri adım atmamış, İngilizler'e karşı ilmi ve fikri mücadelesine devam etmiştir.
Bediüzzaman daha sonra bu süreçten Risale-i Nur Külliyatı’nda şu sözlerle bahsetmiştir:
“İngiliz ve Yunan aleyhinde 'Hutuvât-ı Sitte' eserimi Eşref Edîb’in gayretiyle tab’ edip neşretmekle, o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idâm tehdîdine karşı geri çekilmeyen…”
[1] Mehdilik İddia Etmekle Suçlanması
Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde Ahir Zaman'da gerçekleşeceği bildirilen olaylarla ilgili hadisleri yorumlamış, bu hadislerin tıpkı Kuran’daki müteşabih ayetler gibi çeşitli mesajlar içerdiğini savunmuştır. ‘Ahir Zaman alameti’ olarak bilinen bu dönemde yaşanacak pek çok olaya, bu tür hadislere dayanarak çeşitli açıklamalar getirmiştir.
[2] Bununla birlikte Hz. Mehdi’nin özelliklerini, icraatlarını ve yapacağı hizmetleri kapsamlı olarak anlatmıştır.
Ancak bu açıklamalar, onu hedef alan bazı çevrelerce kasıtlı olarak çarpıtılmış ve Said Nursi, ‘Mehdilik iddiasında bulunmakla’ suçlanmıştır. Bediüzzaman Said Nursi 31 Mart Hadisesi sonrasında çıkarıldığı Divan-ı Harp Mahkemesi'nde yargılanmış ve bu mahkemede “Mehdilik iddiası” gibi suçlamalarla itham edilmiştir.
[3] Ancak Bediüzzaman hem mahkemelerde hem de özel mektuplarındaki beyanlarında bu iddiaları açıkça reddetmiştir.
Kendisine mektup yazarak “Mehdilik iddiasının olup olmadığını” soran TBMM Birinci Dönem Balıkesir milletvekillerinden Hasan Basri Çantay'a yazdığı cevabi mektubunda Bediüzzaman bu konuyu, “sadece Allah’ın Müslüman bir kulu olduğu ve Mehdilik gütme gibi bir davasının olmadığı” sözleriyle açıklamıştır:
… "Açtım mektubu; orada aynen diyor ki: 'Hasan Basri kardeşim, sen beni bilirsin. Ben Allah rızası için Kuran'ın hadimiyim. Bir Müslüman olarak benim gayem, davam İslam'ın hükümran olmasıdır. Kuran'ın hükümran olmasıdır. İslam Şeriatı'nın hükümran olmasıdır. Benim bunun dışında hiçbir davam yoktur. Ben Allah'ın günahkar bir kuluyum. Allah'ın affından başka beni kurtaracak bir şey olduğunu kabul etmiyorum. Elimden geldiği kadar hizmetim bunun üzerinedir. Benim, 'ben Mehdi'yim, benim kitaplarımdan başka kitap okumayın' diye bir davam yoktur.”
[4] Bu ifadeleriyle Said Nursi hem tevazusunu hem de Mehdilik gibi bir misyonu üstlenme iddiası taşımadığını açıkça ortaya koymuştur. Bu tür suçlamalar ise, Bediüzzaman'ın fikri ve ilmi mücadelesini karalamaya yönelik maksatlı girişimlerden öteye gidememiştir.
Cezaevinde Uygulanan Tecrit ve Hukuk Dışı Koşullar
Bediüzzaman Said Nursi yalnızca toplumla etkileşiminin azaltılması için uzaklaştırılıp sürgünlere gönderilmekle kalmamış, cezaevlerinde de ağır tecrit şartlarına maruz bırakılmıştır. Cezaevinde bulunduğu dönemlerde kendisine yalnızca selam veren mahkumlar dahi sorgulanmış ve dövülmüştür. Bu durum, onun yalnızlaştırılması için sarf edilen yoğun çabanın açık bir göstergesidir.

Bediüzzaman ve talebelerinin takibata uğradığı dönemde yürürlükte olan ceza kanuna göre, ‘tek başına hücre hapsi’ ağır cezalı suçlarda, tehlikeli kişilere karşı, başkalarının mal ve canına zarar vermemesi için ve geçici olarak düzenlenmiş bir tedbirdi. Buna karşın Said Nursi, hakkında açılan üç büyük davada da hücre hapsine tabi tutulmuştur. Yani hem Eskişehir hem Denizli ve hem de Afyon davalarında hapishanedeki hücreye tek başına konulmuştur. Halbuki o dönemde hücre hapsini gerektiren hukuki bir zorunluluk yoktu. Bediüzzaman bu durumu Risale-i Nur’da “tecrid-i mutlak” (tam tecrit, en ağır tecrit şekli), “haps-i münferit” (tek kişilik hücre hapsi) gibi ifadelerle dile getirmiştir:
"Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla mürafaa ve selamlaşmamaktır. Zahirde başka bahane gösterdiler."
[5] "Gizli münafıklar her nasılsa bazı resmi memurları aldatıp, 'Said ile görüşen dost ve Nurcu olur. Kimse temas etmesin' diye onları evhamlandırmışlar. Hatta heyet-i idare ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar. Ben de memnun oluyorum ve bu hale şükrediyorum. Sizlerle sureten görüşmediğimden zararı yok. Çünkü bir hanede maddeten ve manen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten (yardımlaşma yönüyle) daima beraberiz, manevi görüşüyoruz; yeter."
[6] Bu sözleriyle Bediüzzaman, maruz kaldığı ağır yalnızlaştırma politikalarına rağmen talebeleriyle kalben birbirlerine bağlı olduklarını ve bu zor şartlarda yine hep Allah’a şükretmeyi sürdürdüğünü ifade etmiştir.
Bediüzzaman’ın ‘Gizli Örgüt Kurmak’la, Talebelerinin ise ‘Örgüte Üye Olmak’la Suçlanması
Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerine çok sayıda suçlama yapılmışsa da, bunların temelinde gizli örgüt (cemiyet) kurma ya da tarikat oluşturma iddiası yer almıştır. Oysa ne Bediüzzaman ne de talebeleri hiçbir zaman örgüt kurma gibi bir hedef gütmemiş, sadece ilmi ve imani tebliğ amaçlı çalışmalar yapmışlardır. Buna rağmen kamuoyuna vatana ve millete zararlı kişiler olarak sunulmuşlardır.
Bediüzzaman Said Nursi bu konudaki tutumunu Risale-i Nur'da açıkça şu sözlerle ifade etmiştir:
Kararnamede üç madde esas tutulmuş; Birisi cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini (talebelerini) ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad ediyorum (şahit gösteriyorum). Onlardan sorunuz ki ben hiçbirisine dememişim: "Bir cemiyet-i siyasiye (siyasi örgüt) veya cemiyet-i Nakşiye (Nakşî tarikatına bağlı bir yapı) teşkil edeceğiz." Daima dediğim budur: "Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız."
[7] Bu ifadeler Said Nursi’nin nezdinde asıl amacın siyasi bir güç ya da örgüt kurmak değil, imani hakikatleri anlatmak ve insanları hakka yönlendirmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
İmzasız Mektup Komplosu
Bediüzzaman Said Nursi bir zamanlar ikamet ettiği, ancak sonradan terk ettiği bir evde bulunan ve kendisine ait olmadığı açıkça belli olan imzasız bir mektup nedeniyle suçlanmıştır. Oysa söz konusu mektubun ne yazarı bellidir, ne de Bediüzzaman’a ait olduğunu gösteren bir delil bulunmaktadır.

Hem Barla'dan müfarakatımdan (ayrıldıktan) bir sene sonra odamın bir köşesinde imzasız, pek eski bir mektup bulunmuş. O mektubu benden sordular. İmzasız, belki yedi-sekiz sene evvel birisi tarafından gelmiş veyahut birisi tarafından oraya sokulmuş. Arabî kelimatın (Arapça kelimelerin) Türkçe'den kaldırılmasına dair birisi fikrini yazmış. Bunu medar-ı muaheze ediyorlar (cezalandırma sebebi yapıyorlar). Mektub benim değil. İmzası yok. Bir seneden beri terk ettiğim bir odada gayet eski bir tarzda ve mektuba ehemmiyet verildiği ve cevap yazıldığına dair bir emare görülmediği halde, medar-ı ittiham tutulmuş (suçlama sebebi yapılmış).
[8] Bu sözleriyle Bediüzzaman, kendisine yöneltilen ithamların ne kadar mesnetsiz ve zorlama olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Hiçbir somut delil bulunmadan, yalnızca bulunduğu yer üzerinden asılsız bir belgeyle suçlanması, ona yöneltilen suçlamaların adaletli değil, susturma ve sindirme amaçlı olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu olay, Said Nursi’ye yöneltilen suçlamaların büyük kısmının gerçek dışı, zorlama ve maksatlı olduğunu gösteren örneklerden yalnızca biridir.
Menfaat Sağlamak İçin Dini Kullandığı İddiası
Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şu ifadelere yer vermişlerdir:
"Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irtica-i (gericilikle ilgili) propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı (kökleşmiş/yerleşmiş) bir mürteci (gerici) olup, ifsad edecek (bozacak, kötü yola sevk edecek) saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri (kolay kanan kişileri) kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır..."
[9] Bazı kamu görevlilerinin basının bu iddialarına destek verir açıklamalarda bulunması son derece dikkat çekicidir. Akşam Gazetesi'nin 10 Mayıs 1935 tarihli baskısında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şu beyanatta bulunmuştur:
lsparta'ya naklolunan (gönderilen) ve kendisine Bediüzzaman adını takan Said Kurdi dini siyasete alet yaparak irticai (gericiliğe dair) propogandalara girişmiş ve birtakım saf adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır. Adliye (yargı) hadiseye el koyarak Said Kurdi ve muhtelif yerlerde kandırabildiği otuz kadar mürteci (gerici) tevkif edilmiştir (tutuklamıştır). Temyiz mahkemesinin kararıyla mahkeme Eskişehir'de yapılacaktır.

[10] Oysa Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı, bu tür suçlamaların ne kadar temelsiz ve maksatlı olduğunun açık delilidir. Dünya malına zerre kadar değer vermeyen, hiçbir malı mülkü bulunmayan, herhangi bir liderlik hırsı olmayan, mütevazı yaşamıyla tanınan ve “kendisini beğenmemeyi meslek edinmiş” biri olarak kendini tanımlayan Bediüzzaman'a yönelik "para sızdırmak", "kandırmak", "çıkar sağlamak" gibi ithamlar akıldan ve vicdandan uzaktır.
Bu ithamların tek amacı, onun güçlü ve etkili fikri mücadelesini itibarsızlaştırmak ve toplum nezdinde etkisini kırmaktır. Ancak tüm bu girişimler sonuçsuz kalmış, halkın gözünde Bediüzzaman'ın gerek manevi önderliği gerekse dürüstlüğü daha da pekişmiştir.
Birbirlerine Kardeş Gibi Sahip Çıkmalarının “Örgütsel Yapı” Olarak Değerlendirilmesi
Müminlerin birbirlerini kardeş bilip desteklemeleri, İslam dininin temel esaslarındandır. Kuran’da bu gerçek “Müminler ancak kardeştirler” (Hucurat Suresi, 10) ayetiyle açıkça bildirilmiştir. İman bağı, kan bağından dahi güçlü görülmüş, müminlerin birbirlerinin her sorunuyla ilgilenmeleri, birbirlerine yardımda bulunmaları, beraber hareket etmeleri, Allah Katında övgüyle karşılanan bir tutum olarak tanımlanmıştır.
Ancak İslam dininin bir gereği olan ‘kardeşlik anlayışı’, bazı art niyetli çevreler tarafından kötü niyetle çarpıtılarak “örgütlenme”, “yasa dışı birliktelik” ya da “örgütsel saik” gibi suçlamalara dönüştürülmüştür. Halbuki bu, sadece imanın gereği olan ‘dostluk ve dayanışma ilişkisi’dir. Ancak Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri için, Müslümanlar arasındaki ilgi ve yakınlık anlayışı ‘örgüt delili’ olarak değerlendirilmiş ve suçlama konusu yapılmıştır.
Bediüzzaman, bu iftiraya Risale-i Nur’da şu sözlerle cevap vermiştir:
“Bu insafsız (adaletsiz) ve arıyı aldatan (yani özüne uymayan, çarpıtılmış) ve hiçbir münasebeti (ilgisi) olmayan bir siyasî cemiyet (örgüt) vehmini veren üç maddedir. Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alakadarlıkları (yakınlık ve bağlılıkları), bir cemiyet vehmini vermiş.”
[11] Bediüzzaman burada çok net bir ayrım yapar: Risale-i Nur talebelerinin kendisiyle olan bağı, bir siyasi örgütlenmeden değil, iman kardeşliğinden doğmuştur. Bu bağlılık, Kuran’ın emrettiği bir dayanışmadır. Talebeleriyle kurduğu sevgi, şefkat ve sadakat temelli bu gönül bağı, siyasi bir hedefe veya çıkar odaklı bir yapılanmaya değil, Allah rızasına yöneliktir.
Dolayısıyla bu kardeşlik ve beraberlik hali, suç unsuru olarak değerlendirilmek yerine, İslam’ın özüne uygun bir erdem olarak görülmelidir. Müminlerin birlik olması, onları zayıflatmaz; bilakis manevi anlamda güçlendirir. Ancak dünyevi hesaplarla bakan bazı çevreler bu kardeşliği bir tehdit gibi algılamış ve asılsız suçlamalarla onu karalamaya çalışmışlardır.
Beraat Aldığı Davalardan Aynı Asılsız Suçlamalarla Tekrar Yargılanması
Bediüzzaman Said Nursi hayatı boyunca defalarca asılsız suçlamalarla mahkemeye verilmiş, bu davalardan üçünde de beraat etmiştir. Ancak bu beraat kararları yok sayılarak, hiçbir yeni delil olmadan aynı suçlamalarla tekrar dava açılmış ve Afyon Mahkemesi süreci başlatılmıştır.
Bu mahkeme 6 Aralık 1948'de kararını açıklamış, Bediüzzaman'a 20 ay, birçok talebesine ise 6 ile 18 ay arasında değişen hapis cezaları verilmiştir. Bu karar hemen temyize götürülmüş ve Yargıtay 4 Haziran 1949 tarihinde Afyon Mahkemesi'nin kararını bozmuştur.
Yargıtay bile bu kararın hukuki olmadığını kabul etmiş, kararı iptal etmiştir. Hukuken bu bozma kararıyla birlikte Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekirken ne yazık ki bu yapılmamış, aksine Afyon Mahkemesi ve Savcılığı çeşitli oyalamalarla süreci uzatmış ve Bediüzzaman ancak 20 aylık hapis süresi tamamen dolduktan sonra tahliye edilmiştir.
Bu tutum hukuki bir ihmal değil, bilinçli bir baskı ve sindirme politikasıdır. Beraat etmiş bir kimsenin aynı delillerle tekrar tekrar yargılanması, hukuk devletinin temel ilkeleriyle açıkça çelişmektedir. Bu aynı zamanda da, o dönemde dini değerlere ve onları savunanlara karşı yürütülen sistematik bir baskının göstergesidir.
Bediüzzaman bu haksızlığı Risale-i Nur’da şu şekilde ifade etmiştir:
“Üç mahkeme cemiyet (örgüt) noktasında bize kat'î (kesin) beraat verdiği halde, yine eski nakarat (tekrar eden söz) gibi gizli cemiyet vehmine (kuruntusuna) bin dereden su toplamak gibi emareler (belirtiler) araştırmış.”
[12] Gerçek Suç Örgütlerine Bile Yapılmayan Ağır Muamelelere Maruz Kalmaları
Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri dönemin en ağır şartlarında hapse atılmış, uzun süre tecrit edilmiş ve çok sayıda hak ihlaline maruz bırakılmışlardır. Dikkat çekici olan nokta ise, aynı dönemlerde gerçekten suç işlediği bilinen azılı örgüt mensuplarına bile bu kadar ağır uygulamalar yapılmazken, Bediüzzaman ve talebelerine karşı hukuk dışı ve sert bir yaklaşım sergilenmiş olmasıdır. Üstelik diğerleri gibi herhangi bir terör, cinayet ya da darbe faaliyetinde yer almamalarına, aleyhlerinde tek bir somut delil veya tanık bulunmamasına rağmen, Bediüzzaman ve talebeleri en ağır şartlarda yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“… Halbuki siyasî ve vatan ve millete zararlı olan müteaddit (birçok) cemiyetler (örgütler) varken, onlara müsaade ve müsamahakârâne (hoşgörülü şekilde) bakmakla beraber, bizim gibi binlerle şahitlerin ve emarelerin şehadetleriyle ve altı vilayetin ilişmemeleriyle sabit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye (dünya mutluluğu) ve uhreviye (ahiret mutluluğu) hesabına ve hariçten ve dahilden (dışarıdan ve içeriden) gelen ifsad (bozgunculuk) cereyanlarına karşı mücahidane (cihad edercesine) tesanütlerine (dayanışmalarına) gizli cemiyet (örgüt) namını vermek ve yirmi senede yüz binler Risale-i Nur şakirtlerinin (öğrencilerinin) emniyeti ihlale (kamu düzenini bozmaya) dair hiçbir vukuatları (olayları) kaydedilmediği halde,‘dini alet ederek emniyeti ihlale halkı teşvik ediyor’ diye makam-ı iddia (savcılık makamı) onları itham etmesi, değil nev-i beşeri (insanlığı), belki zemini (yeryüzünü) de hiddete getirip o ithamı reddeder.”
[13] Bu ifadeler, yapılan suçlamaların gerçeklerle bağdaşmadığını, aksine tamamen önyargı ve iftiraya dayandığını göstermektedir. Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, Nur talebelerinin hiçbir şekilde şiddete, isyana veya emniyeti bozmaya yönelik bir eylemleri olmamıştır. Tam aksine, hem kendi ahlaklarıyla hem de topluma verdikleri eğitimle yalnızca sükuneti, barışı ve maneviyatı yayma amacı gütmüşlerdir.
Tutuklanan Talebelerin Zorla İtirafçı Yapılmak İstenmesi ve
Bediüzzaman Aleyhinde Beyanda Bulunmaya Zorlanmaları
Bediüzzaman Said Nursi’nin maruz kaldığı baskılardan biri de, talebelerinin onun aleyhinde ifade vermeye teşvik edilmesidir. Cezaevi ortamında hem onunla öğrencileri arasındaki bağın koparılması hedeflenmiş hem de ona olan sadakati zayıflatmak için yoğun bir psikolojik baskı uygulanmıştır. Bu süreçte Said Nursi'yi yalnızlaştırmak adına diğer mahkumlardan izole edilerek ayrı bir koğuşa alınmış, talebeleri ise farklı yerlerde tutulmuştur. Ardından da talebelerine onun aleyhinde çok fazla propaganda yapılmış ve bu yolla bazı kişilerin Said Nursi aleyhinde beyanlarda bulunmaları umulmıştur.
1985 kışında bu olaylara tanıklık eden Postacı Kamil isimli yetmiş yaşlarında bir kimse bu olayı şöyle anlatmıştır:
"Sibyan koğuşunu (çocuk mahkumlar için ayrılmış koğuşu) Üstad Bediüzzaman için boşaltmışlar ve onu oraya koymuşlardı. Nur talebeleri ise hocalarından ayrı yerlerde yatıyorlardı. Üstad'ın kaldığı sibyan koğuşu genişçeydi; burada tek başına kalıyordu. Üstad'ın aleyhinde bize çok telkinat (telkinler, yönlendirmeler, propaganda) yapılmıştı. Biz de ister istemez o tesir altındaydık."
[14] Bu sözler cezaevi ortamında yürütülen psikolojik savaşın ve itibarsızlaştırma çabalarının ne denli sistematik olduğunun açık bir kanıtıdır. Said Nursi’nin aleyhine ifadeler almak amacıyla, itirafçı devşirme yöntemlerine başvurulmuştur. Talebelerine, “Eğer Said Nursi ile bağlarını inkar eder, onun aleyhinde beyanda bulunurlarsa serbest bırakılacakları” telkin edilmiştir. Ardından, istenen şekilde dilekçe yazıp idareye veren talebeler, haklarında yapılan suçlamalar görmezden gelinerek serbest bırakılmışlardır. Bu yolla hem Said Nursi yalnızlaştırılmak hem de Nur talebeleri arasında çözülme sağlanmak istenmiştir.
Bu psikolojik baskının cezaevi içindeki etkisi, sürece birebir şahit olan bir Nur talebesinin şu ifadelerinde net bir şekilde görülmektedir:
... Bu arada aramızda öyle fikirler yaydılar ki, kim “Ben Nurcu değilim" diye savcılığa bir dilekçe verirse, tahliyesi mümkündü... "Ben Nurcu değilim" diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi, Üstad tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki herkes böyle yapsın.
[15] Malum savcı ilk olarak Şirinyer’de birkaç kişiyi sorguya çekerek onlardan gerçek dışı ifadeler alabilmek için, "Sizi ilk celsede bırakacağım. Yeter ki benim istediğim gibi ifade verin." demiş ve aldatmış!
[16] Bu tür yönlendirme ve vaatlerle bazı tutuklulardan gerçek dışı ifadeler alınmaya çalışılmış, Said Nursi ve talebeleri hakkında hiçbir suç unsuru bulunmadığı halde aleyhlerinde algı oluşturulmak istenmiştir. Bu uygulamalar hem hukuki hem vicdani hem de ahlaki bakımdan da kabul edilebilir değildir. Bediüzzaman Said Nursi’nin davası bu tür yöntemlerle bastırılmak istenmiş, ancak kendisi ve sadık talebeleri bu baskılara rağmen duruşlarından taviz vermemişlerdir.
Dini Sapkınlık İçerisinde Olmakla Suçlanmaları
Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, ‘kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de bu sapkın dini telkin ettiği’ yalanıdır. Bediüzzaman'ın, ‘Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu’ şeklindeki yalanların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.
Oysa Risale-i Nur Külliyatı’nda açıkça görüldüğü üzere, Bediüzzaman’ın tüm tebliğ ve anlatımları doğrudan Kuran’a ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerine dayanmaktadır. O, dini asla şahsi yorumlarına göre şekillendirmemiş, tam tersine Kuran ve sünnet çizgisinden ayrılmadan hakikatleri savunmuştur.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'un Kuran'a dayalı bir tefsir olduğunu ve İslam'ın özüne sadık kaldığını eserlerinde de pek çok kez vurgulamıştır. Örneğin Risale-i Nur'da şöyle denmektedir:
"Risale-i Nur, Kuran'ın bu asırda bir tefsiridir. Kuran'ın manevi bir mucizesidir."
[17] Ayrıca talebelerinin anlatımlarında da Bediüzzaman'ın dini kendi çıkarları için kullanmadığı ve İslam'ın özüne sadık kaldığı şeklindeki tavrı desteklenmektedir. Örneğin talebelerinden biri şöyle demektedir:
"Üstadımız hiçbir zaman kendi görüşlerini İslam'ın önüne koymadı. Her zaman Kuran ve sünneti esas aldı."
[18] Bu ifadeler Bediüzzaman Said Nursi'nin İslam'a olan bağlılığını ve ‘dini sapkınlık’ suçlamalarının asılsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Atılan İftiralara Dayanak Oluşturmak İçin Kurgulanan Komplolar
Kuran’da bildirildiği üzere, Allah’ın elçilerine ve hak yolda yürüyen müminlere karşı her devirde iftiralar atılmış, hileli düzenler kurulmuştur. Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi’ye karşı da onun ilmi ve manevi mücadelesini itibarsızlaştırmak amacıyla çeşitli karalama kampanyaları, hileli düzenler ve komplo girişimleri yürütülmüştür.
İçki Komplosu
Bu düzenlerden biri, “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserde anlatılmaktadır. Anlatıma göre:
“Bir içki dükkanında 'Said’in hizmetçisi Said’e rakı aldı' diye yazılı bir kağıdın altına, dükkandaki sarhoşlardan imza alınmaya çalışılmıştır.”
[19] Bu şekilde sahte bir belgeyle Bediüzzaman’ın içkiyle ilişkilendirilmeye çalışılması, onu halkın gözünde küçültme ve dindar çevrelerde itibarını sarsma amacı taşımaktadır.
Kadın ve Cinsellik Komplosu
Benzer şekilde, Bediüzzaman’a yönelik bir başka çirkin iftira da kadınlar üzerinden yürütülmüştür. Kendisinin sabahlara kadar “alem yaptığı”, “evine fahişelerin girip çıktığı” şeklinde akıl dışı suçlamalarda bulunulmuştur. Bediüzzaman bu iftiralara karşı bir mektubunda şöyle cevap vermiştir:
"Halbuki benim kapım geceleyin dışardan ve içerden kilitliydi ve sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın (iftira atan adamın) emriyle kapımı bekliyordu."
[20] Bu sözler, iftiraların ne denli temelsiz olduğunu gözler önüne sermektedir.
Görevlendirilen Genç Kızlarla Talebelere Tuzak Kurma Girişimi
Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki “Hizmet Rehberi” isimli eserinde bu komploların nasıl ve kimler tarafından kurulduğunu ve nasıl işlediğini detaylı biçimde açıklamıştır:
"Perde altındaki düşmanımız münafıklar (ikiyüzlüler), şimdiye kadar yaptıkları gibi, Adliye'yi (yargıyı) ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe alet edip, bize hücumları akîm (sonuçsuz) kaldığı ve Risale-i Nur’un fütuhatına (yayılışına, başarısına) menfaati (faydası) olan eski planlarını bırakıp daha münafıkane (münafıklara yakışır şekilde) ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plan çevirdiklerine dair buralarda emareleri (belirtileri) göründü."
O planların en mühim bir esası, has, sebatkar (sebat eden, kararlı) kardeşlerimizi soğutmak, fütur (usanma, yılgınlık) vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip (garip, tuhaf) yalanları ve desiseleri (hileleri) istimal (kullanım) ediyorlar ki, Isparta ve havalisi (çevresi), Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri (talebeleri) gibi, çelik ve demir gibi bir sebat (direnç) ve sadakat (bağlılık) ve metanet (dayanıklılık) lazım ki dayanabilsin.
Bazı da dost suretinde hulûl edip (içeriye sızıp), korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip (küçük şeyi büyütüp) evham (kuruntu) veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet takip ediyor” diye zaifleri (zayıfları) vazgeçirmeye çalışıyorlar.
Hatta bazı genç talebelere, hevesatlarını (arzularını) tahrik (kışkırtma) için, bazı genç kızları musallat ediyorlar (yönlendiriyorlar).
Hatta Risale-i Nur erkanlarına (öncülerine) karşı da, benim şahsımın kusuratını (hatalarını), çürüklüğünü gösterip, zahiren dindar ehl-i bid’adan (bidat ehli; dini aslına aykırı yorumlayanlardan) bazı şöhretli zatları gösterip, “Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara (dinsizlere) ve anarşilik hesabına o safdil (temiz kalpli, kolay inanan) ehl-i diyanet (dindarlar) ve hocaları alet edip istimal (kullanım) ediyorlar. İnşaAllah bunların bu planları da akîm (sonuçsuz) kalacak."
[21] [22] Bu girişimlerin amacı halkı Bediüzzaman'dan soğutmak, talebeleri arasında fitne çıkarmak, Bediüzzaman’a olan bağlılıklarını zayıflatmak ve halkın gözünde onun şahsiyetine zarar vermekti. Bunun için onu fuhuşla, sarhoşlukla suçlayan çok çirkin iftiralar atılmış, talebelerini dağıtmak için görevlendirilen genç kızlarla tuzaklar kurulmuştur. Ancak tüm bu iftira ve kumpaslara rağmen Bediüzzaman ve samimi talebeleri yürüttükleri iman hizmetine sabırla devam etmişlerdir.
Kuran’da da bildirildiği gibi:
“… Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz...” (Fatır Suresi, 43)
Basın Yoluyla Algı Operasyonu ve Karalama Kampanyası Yapılması
Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında o dönemin gazetelerinde pek çok asılsız haber yapılmış, hakaretamiz ifadeler kullanılmış, ona teveccüh gösterenlerin sevgi ve saygısını azaltmak amacıyla yazılı basın üzerinden yoğun bir algı operasyonu yürütülmüştür.

Gazetelerde yer alan ve sürmanşetten verilen asılsız haber başlıklarından bazıları şöyledir:
· "İrtica Hazırlayan Bir Şebeke Tutuldu"
· "Dini İstismar Eden Said Nursi Hakkında Takibat Başladı"
· "Milli Emniyet Nurculuk Tehlikesine Dikkati Çekti"
· "İrtica Şebekesi"
· "Savcılık Nurcular Hakkında Gizli Tahkikat Yapıyor"
· "İrtica"
· "Milas'ta Sekiz Tarikatçı Tevkif Olundu"
· "Sanığın Üzerinde 43.000 Lira Bulundu"
· "Said Nursi'nin Durumu İnceleniyor"
· "İzmir'de Nurcular Faaliyetlerini Arttırdı"
· "Risaleleri Bir Yıl Okuyan, Anlamasa Bile Alim Olurmuş"
· "Said Nursi'nin Acayip Mektubu"
· "… elden ele dolaştırılan ve içinde 'Milli bütünlüğü bozacak' ibareler görülen bir mektup ele geçirildi..."
· "Nurcubaşı Said-i Kürdi'nin Son Resimlerinden Birisi"
(Aslında meczup bir adamın fotoğrafı)
Bu tür başlıklarla verilen haberlerin amacı, kamuoyunda Said Nursi aleyhinde olumsuz bir kanaat oluşturmak, yargılamaları ve haksız tutuklamaları meşrulaştırmak, dava dosyalarının içeriği boş olmasına rağmen halk baskısı oluşturarak Bediüzzaman ve talebelerinin cezaevinde tutulmasına zemin hazırlamaktır.
Söz konusu haberlerin içerisinde geçen şu cümleler ise özellikle dikkat çekicidir:
“İrtica velvelesi'nin (gericilik gürültüsünün) iç yüzü” başlıklı haberde:
“Dün tevkif olunan (tutuklanan) şeyhin bu meseledeki rolünün, bazı safdilleri (kolay aldanan kişileri) kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır.”
“Şeyhin müridleri (bağlıları) kendisine bir peygamber gibi bağlı olup, onun verdiği muskalar(a) inanıyorlarmış!”
Bu ifadeler, halkın dini duygularını istismar ederek Bediüzzaman’ı itibarsızlaştırma stratejilerinin bariz örnekleridir. Hem halkı hem de dönemin muhafazakar çevrelerini Bediüzzaman’dan soğutmak amacıyla yapılan bu yayınlar, günümüz medya operasyonlarına benzer şekilde karalama ve psikolojik savaşın bir parçası olarak yürütülmüştür.
Bediüzzaman’ın bir talebesinin şu ifadeleri ise, ideolojik olarak husumetli ve taraflı hareket eden basının bu tutumunun ne denli çirkinleştiğini ortaya koymaktadır:
Hep olduğu gibi, 1958 senesinde de gazetelerde devamlı surette, “Said-i Kürdi şöyle, böyle” diye hakaret, iftira, tezvir (yalan haber) yayınları yapılıyordu. Mesela Hacı Bayram civarında dolaşan bir meczup (akli dengesi yerinde olmayan kişi) vardı. Saçı, sakalı birbirine karışmış, üzeri berbat, baksan iğrenirsin. Onun resmini çekmişler, Akşam Gazetesi'nde 'Nurcubaşı Said-i Kürdi'nin son resimlerinden birisi' diye basmışlar büyükçe. Ben bunu gördüm, çok iyi hatırlıyorum. O zamanki Akşam Gazetesi bize çok muhalifti.”
[23] Bütün bu basın saldırıları ve algı operasyonları, Bediüzzaman Said Nursi’yi halk nezdinde itibarsızlaştırmayı ve “tehlikeli” göstermek suretiyle zulmü meşrulaştırmayı hedeflemiştir. Bu algının sonucunda Said Nursi yıllar boyunca ağır şartlar altında hapislerde tutulmuş, haksız yere sürgün edilmiş ve hayatının büyük kısmını maddi ve manevi eziyetler altında geçmiştir. Ancak tüm bu baskılara rağmen eserleri yayılmış, fikri ve imani mücadelesi geniş kitlelere ulaşmış ve kendisinden sonra gelen nesillere aktarılmıştır.
Suç Delili Olmadan Keyfi İddialarla Suçlu İlan Edilmeleri
Bediüzzaman Said Nursi hakkında yürütülen davaların temel amacı, bir suçu ortaya çıkarmak ya da adaleti sağlamak değil, onu ve talebelerini toplum nezdinde küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak ve etkisiz hale getirmekti. Bu doğrultuda yöneltilen suçlamaların birçoğu mantıksal tutarlılıktan tamamen uzaktı. Hatta bu davalarda yargılama değil, önceden verilmiş karar ile savunmalara bakmaksızın doğrudan kişiyi mahkum etmeye yönelik bir bakış açısı hakim olmuştu.
Öyle ki, sadece varsayımlar üzerinden hareketle ithamlar yöneltilmiş, “Henüz suç işlememiş olsa da ileride işleyebilir” gibi hukuki hiçbir değeri olmayan gerekçeler ileri sürülmüştür. Hakkında hiçbir fiili suç, delil veya şahit bulunmayan bir kişiye, sırf ihtimallere dayanarak ceza vermeye çalışmak, hukuk mantığıyla bağdaşmayacak bir keyfiyettir.
Bediüzzaman Said Nursi bu tür ithamların ne kadar temelsiz ve akıl dışı olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir:
"Hakkımızda asayişe zarar yapmış değil, 'yapabilir' diye itham ise, herkes bir adamı öldürebilir diye itham gibi manasız bir ithamdır."
[24] El Konulan Kitapların Yakılarak İmha Edilmesi
Bediüzzaman Said Nursi’nin telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı, iman hakikatlerini anlatan, şiddet içermeyen, herhangi bir suç ya da tehdit unsuru taşımayan eserlerden oluşmasına rağmen, dönem dönem ağır sansüre ve yasaklara maruz kalmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda hiçbir mahkeme kararı olmadan bu eserlerin büyük kısmına el konulmuş, depolarda toplanmış ve bir kısmı doğrudan imha edilmiştir.
Bediüzzaman’ın talebelerinden biri bu zulüm sürecini şöyle anlatmaktadır:
"Üstad Hazretleri'ne üç ziyaretim vardır. Üçünü de Üstad Emirdağ'da iken yaptım. 1952'de Ankara'da askerlik yapıyordum. Tuna Apartmanı'nın zemin katında iki adet teksir makinesi vardı. Birisi Tahiri Ağabey'e, diğeri Atıf Ural'a aitti. Demokrat hükümetinin o zamanki Dahiliye Vekili Namık Gedik çok zalimane hareket edip kitapları mahkemesiz müsadere ederek (zorla el koyarak) imha ediyordu."
[25] Bu olay, yürütülen uygulamaların ne denli sistematik ve hukuki dayanaklardan yoksun olduğunu gösteren örneklerden biridir. Risalelerin çeşitli mahkemelerce suç unsuru taşımadığı defalarca tescil edildiği halde, herhangi bir yargı kararı olmaksızın kitaplara el konulup imha edilmesi, doğrudan fikir ve inanç özgürlüğünü hedef alan bir müdahale olarak kayıtlara geçmiştir.
Suç Olmayan Unsurları Delil gibi Göstererek İddianamenin Şişirilmesi
Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında açılan davalarda, hukuki delil üretilemeyen durumlarda başvurulan yöntemlerden biri de suç teşkil etmeyen konuların delil gibi sunulması olmuştur. Yasal zeminde herhangi bir karşılığı olmayan bazı ifadeler, davranışlar veya şahsi kanaatler “suç unsuru” gibi gösterilerek dosyalar yapay şekilde kalabalıklaştırılmış, böylece sanki ciddi bir tehdit veya suç örgütü varmış izlenimi oluşturulmaya çalışılmıştır.
Dönemin tanıklarından biri bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir:
"Narlıdere’de askerî sahada hazırlanan tutukevine konuldular. Malum savcı, suç olması mümkün olmayan ifadeleri suç delili gibi gösterme gayretkeşliğiyle dosyaları kabarttı."
[26] Bununla birlikte, mahkeme sürecinde sanıkların suçla ilgisi olmayan tamamen inançsal görüşleri sorgulanmış, klasik savunma ve sorgulama sınırları ihlal edilerek sanıkların dinleri, inançları, ibadetleri ve hatta sanat veya ekonomi gibi konulardaki şahsi görüşleri sorguya dahil edilmiştir. O dönemin mahkemelerinde yaşanan olaylardan birinde avukat Gültekin Sarıgül mahkeme reisi ile arasında geçen diyalogu şöyle aktarmaktadır:
Mecburen saat dokuzda mahkemeye girdik. Tabi duruşmada reisle bizim aramızda adeta kavga sahneleri yaşandı. Şimdi sorgulama şekline bakın:
“Kalk bakalım İsmail Ambarlı, söyle bakalım, heykel hakkında ne düşünüyorsun?”
“Tabii hemen kalkıyorum. Reis Bey! Usul hakkında konuşmak istiyorum!”
“Lütfen müdahale etmeyin, sorgulama yapıyoruz.”
“Sorgulama böyle olmaz. Suçun ve iddianamenin mahiyetine göre sorgulama yapmanız lazım.”
“Efendim müdahale edemezsiniz, lütfen oturun yerinize.”
“Söz istiyorum!”
“Vermiyorum!”
“Vereceksin!”
“Kalk bakalım Mustafa Sungur! Resim hakkında kanaatin ne? Faiz hakkında kanaatin ne?”
Bu örnekler yargılama sürecinin ne kadar keyfi yürütüldüğünü, hukuki ilkelere değil ideolojik yargılara dayalı bir atmosferde gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir. Yargı makamları, adil ve somut delillerle yürütülmesi gereken bir süreci, kişisel kanaatleri yargılamak için bir araç haline getirmiştir.
Yeterli Süre Verilmeyerek Savunma Hakkının Kısıtlanması
Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin maruz kaldığı yargı süreçleri yalnızca delilsiz suçlamalarla değil, savunma hakkının açıkça ihlal edilmesiyle de tarihe geçmiştir. Sanıkların neyle suçlandıklarını anlamalarına yetecek iddianameye aylarca ulaşamamaları, okuma ve değerlendirme imkanı verilmemesi, duruşmalarda da aleyhteki ifadelerin uzun uzun okunmasına karşın, savunma için birkaç dakikadan fazla süre tanınmaması bu ihlallerin çarpıcı örnekleridir.
Risale-i Nur’da “Küçük İbrahim” olarak anılan İbrahim Fakazlı, Denizli Mahkemesi’nde görülen davadaki bu hukuk dışı durumu şöyle anlatır:
Denizli'de bizi altı ay mahkemeye çıkarmadılar. İddianame gelmedi. Gelince de, iddianame rüzgar gibi şuradan girdi, buradan çıktı. Öyle okuyup da, bizim suçumuz neymiş biz bilmiyoruz... Herkese bir tane verilmesi lazımken, sadece bir tane verdiler. Yetmiş seksen sayfalık iddianame, altı ay sonra geldi.
[27] Sadece iddianamenin geç ulaştırılması değil, mahkeme salonundaki eşit olmayan konuşma ve savunma süreleri de bu sürecin ne kadar adaletsiz yürütüldüğünü göstermektedir. Karşı tanıklara uzun süre verilirken kendilerine sadece bir - iki dakika süre verilerek savunma yapmaları engellenmiştir. Bediüzzaman Said Nursi bu uygulamayı bizzat şu şekilde anlatmaktadır:
“Ezcümle: Bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarane (zalimce) muamelelerden birisi, üç defa ve her defasında iki saate yakın aleyhimizde garazkârane (kastî) ve müfteriyane (iftira dolu) ittihamnameleri (suçlamaları) bana ve adaletten teselli bekleyen masum Nur Talebelerine cebren (zorla) dinlettirdikleri halde çok rica ettim: ‘Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.’ Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.”
[28] Sanık Avukatlarının Tutuklanmasıyla Savunmanın Engellenmesi
Nur talebelerini savunan avukatlar ‘örgüt üyeliği suçlaması' yapılarak tutuklanmış, böylelikle sanıkların savunma yapmaları engellenmeye çalışılmıştır. Eski bir Nur talebesi olan Hüseyin Çağdır bunu şöyle anlatmaktadır:
“Bu arada Av. Bekir Berk ve Av. Gültekin Beylere vekalet çıkarıldı, davaya girmeleri için. Malum savcı bunu haber alınca, 'Onları da tevkif edeceğim.’ deyip ve Av. Bekir Bey’i Balıkesir’de arkadaşlarıyla namaz kılarken bastırarak tevkif ettirip, ayrıca Av. Gültekin Sarıgül’ü de yazıhanesinden alıp İzmir Sıkıyönetim Tutukevi’ne getirtti."
[29] Bu tablo, dönemin hukuk sisteminde adaletin nasıl keyfi şekilde çiğnendiğinin göstergesidir. Yargı makamları bir yandan iddiaları büyütüp yayarken, öte yandan savunmaları susturmuş, böylece yargı süreci hukuki bir değerlendirme olmaktan çıkmış, yalnızca cezalandırmayı hedefleyen bir araca dönüştürülmüştür.

Adli Sicil Kayıtları Tertemiz Olan İnsanların ‘Devletin Güvenliğine Tehdit’ Olarak Gösterilmeleri
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri, hiçbir suça karışmamış, adli sicilleri tertemiz kimselerdir. 20 yıl boyunca takip edilen Risale-i Nur talebeleri hakkında ne devlet arşivlerinde ne de mahkeme kayıtlarında, önceden işlenmiş bir suç ya da güvenliği tehdit eden bir eylem kaydı bulunmamaktadır. Buna rağmen dönemin Ceza Kanunu’nun 163. maddesi keyfi bir biçimde genişletilerek bu insanları haksız yere cezalandırmak için sözde hukuki bir gerekçeymiş gibi kullanılmıştır.
Bediüzzaman bu durumu şöyle ifade etmektedir:
Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmi bin nüshaları ve parçalarını yirmi bin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur'un şakirtleri tarafından emniyetin ihlaline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki böyle kesretli (yaygın) ve kuvvetli propaganda yirmi günde vukuatlarla kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan (inanç özgürlüğü) prensibine zıt olarak bütün dindar nasihatçilere şamil (herkesi kapsayan) lastikli bir kanunun 163'üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar bazı erkan-ı hükümeti (hükümet mensuplarını) iğfal ederek (aldatarak) adliyeyi şaşırtıp bizi herhalde ezmek istiyorlar.
[30] Bu sözlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, ortada herhangi bir suç veya tehdit unsuru bulunmamasına rağmen, inanç temelli bir topluluğun cezalandırılması için hukuk dışı yollar devreye sokulmuştur. İmani bir hizmet yürütmekten başka gayesi olmayan bu insanlara yönelik kullanılan kanuni araçlar, adaleti değil baskıyı ve sindirmeyi amaçlamıştır.
Cezaevlerindeki İnsanlık Dışı Koşullar ve Tecrit Politikası
Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri yalnızca fikirlerinden ve inançlarından dolayı dönemin cezaevlerinde ağır ve insanlık dışı muamelelere maruz kalmışlardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerinde karşılaştıkları koşullar sadece fiziksel değil, psikolojik açıdan da bir yıpratma ve sindirme politikasının izlerini taşır. Talebeleriyle görüştürülmeyen Said Nursi yalnızlığa mahkum edilerek tecrit altında tutulurken, talebeleri de birbirlerinden ayrılmış, en temel insani haklardan bile mahrum bırakılmışlardır.
Aşırı kalabalık, sigara dumanıyla dolu ve hijyen koşullarından tamamen yoksun koğuşlarda yatacak yer dahi bulamamış, tuvalet ihtiyaçlarını bile karşılayamamışlardır. Kışın dondurucu soğuğa, yazın ise rutubete, haşerata ve bulaşıcı hastalıklara karşı aylarca direnmek zorunda kalmışlar, bu koşullar altında çok zorlu günler geçirmişlerdir.
Nur talebeleri, tüm bu zorlukları sabırla göğüslemişlerdir. Cezaevlerinin ağır ve kötü şartlarını anlatan yüzlerce dilekçe ve şikayet mektubu yazmalarına rağmen, hiçbir makama seslerini ulaştıramamış, yaşadıkları zulüm görmezden gelinmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi, talebeleri ile cezaevinde görüştürülmediği gibi, talebelerinin de birbirleriyle görüşmelerini engellemişler, talebeleri sadece mahkemede birbirlerini görebilmişlerdir.
Henüz 14 yaşında iken 1925 yılında Said Nursi’nin talebesi olan Mehmet Gülırmak Eskişehir Hapishanesi'nde maruz kaldıkları muameleleri şöyle anlatmaktadır:
"Eskişehir hapsine giderken, beni Refet Beyle (Barutçu) birlikte kelepçelediler. Isparta ve civar illerinden toplanan 120 adamı bağlamak için kelepçeler yetişmiyor. Sona kalan. Bekir Ağa ile Antalya müftüsü Çil Ahmed Efendiyi çamaşır ipi ile bağlıyorlar ..."
"Zaten bize idam mahkûmu gözüyle bakıyorlardı. Hiç ziyaretçi bırakmıyorlardı. "Siz de idam olacaksınız, bunlarla konuşursanız" diyorlardı.
"Geceleri pislikten, tahtakurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi..."
[31] Bu ifadeler o dönemin cezaevlerinde yaşanan fiziki sıkıntıların ötesinde, dini inançları sebebiyle sistemli biçimde baskı altına alınmaya çalışılan bir grubun maruz kaldığı zulmün kapsamını da bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Geçim Kaynaklarının Suç Sayılması ve ‘Örgüt Geliri’ İddiası

Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerine yöneltilen suçlamalardan biri de, herhangi bir delile dayanmaksızın “örgüt oldukları” varsayımına dayandırılarak, meşru kazançlarının "örgüt geliri" olarak tanımlanmasıdır. Talebeler arasında öğretmenlik, doktorluk, çiftçilik, esnaflık gibi meslekleri icra eden çok sayıda kişi bulunmasına rağmen, bu insanların alın teriyle elde ettikleri kazançlar ‘örgüt geliri’ olarak görülmüştür. Daha da ileri gidilerek, bu meşru kazançların Said Nursi’ye aktarıldığı ve onun örgüt lideri olarak bunlardan menfaat sağladığı iddia edilmiştir.
İlginç olan ise bu kişilerden bazılarının aydın, okumuş ve toplumda itibarlı bireyler olmalarına rağmen, sözde “kandırılmış safdiller” olarak nitelendirilmeleridir. Böylece hem Said Nursi hem de onu takip edenler hem mali hem de zihinsel düzlemde hedef alınmıştır.
Bediüzzaman bu asılsız iddialar karşısında yaptığı savunmada, henüz "örgüt" iddiası dahi ispatlanamamışken, “örgüt geliri” ithamının hukuken ve mantıken dayanaksız olduğunu belirterek şunları söylemiştir:
Beni istintak eden zatın ve heyet-i hakimenin nazar-ı dikkatlerine,
Evvelki ifademe üç maddeyi ilâve ediyorum.
Birinci madde:
Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas eden (bir art niyet sezdiren) ve bil'iltizam (dolaylı olarak, ima yoluyla) hiçten (yoktan) bir sebeb-i itham (suçlama sebebi) icat etmek nev'inden (türünden) , musırrane (ısrarla), bir cemiyet (örgüt) ve teşkilât (yapılanma) varmış gibi soruyorlar "Bu teşkilâtı yapmak için nereden para alıyorsunuz?" diyorlar.
Elcevap: Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum:
Böyle bir cemiyet-i siyasiyenin (siyasi örgütün), bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika (belge), hangi emareler (belirtiler) var ve parayla teşkilat yaptığımıza hangi delil ve hangi hüccet (dayanak) bulmuşlar ki, bu kadar musırrane (ısrarlı şekilde) soruyorlar.
Ben on senedir Isparta vilayetinde şiddetli tarassut (gözetim, izleme) altında bulunmuşum. Bir-iki hizmetkar ve on günde bir-iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş; … on sene koca Isparta vilayetinin hassas (dikkatli, duyarlı) ve cessas (araştırmacı, meraklı, tecessüs eden) memurlarına böyle teşkilat (örgüt) sezdirmeyen bu adamdan, "Böyle bir teşkilat var ve siyasî bir dolabı (entrikayı, planı) çeviriyorsunuz" diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki Isparta vilâyeti ve bütün beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl (akıl sahibi kimseler) ve vicdan, onların iftiralarını nefretle karşılar ve "Garazkar (kötü niyetli) planlar ile onu itham ediyorsunuz (suçlayorsunuz)" diyecekler.
[32] Bu ifadeler sözde örgüt iddialarının hiçbir somut belge ya da delile dayanmadığını, Bediüzzaman ve arkadaşlarının yalnızca peşin hüküm ve kurgusal senaryolarla itham edilmeye çalışıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
Afyon İddianamesi’ndeki Suç İsnatları ve ‘Hata-Savab Cetveli’
Bediüzzaman Said Nursi, Afyon Mahkemesi sürecinde kendisine yöneltilen ithamların haksızlığını ortaya koymak amacıyla “Hata–Savab Cedveli” (Doğru–Yanlış Çizelgesi) başlıklı kapsamlı bir çalışma hazırlayarak mahkemeye sunmuştur. Bu cetvel Afyon Mahkemesi’nce düzenlenen iddianamede yer alan iddiaları ve hataları madde madde ele almakta ve bu ithamlara tek tek cevap vermektedir.
İddianamede yer alan suçlamalar bir ceza yargılamasından ziyade, inanca ve fikre yönelik kapsamlı bir karalama kampanyasını andırmaktadır.
Bediüzzaman ve talebelerine mahkemede yapılan bu ithamlar doğrultusunda hazırlanan cetvelde yer alan suçlamalardan bazıları şunlardır:
[33]
· Dini amaçlar kisvesi altında gizli bir cemiyet (örgüt) kurmak
· Gizli cemiyete (örgüte) üye olmak
· Dini alet ederek faaliyet yürütmek
· Dini kutsalları istismar etmek
· Mukaddesat üzerinden gizli hedefler gütmek
· Dini ifadeleri kişisel menfaate alet etmek
· Halkı Risale-i Nur vasıtasıyla kışkırtmak ve yönlendirmek
· Risalelerde bilimsel bir değer bulunmadığı, öğretici nitelikte olmadığı
· Risalelerde yer alan bazı ifadelerin "keramet" olarak yorumlanması
· Risalelerde gayba dair bilgiler verilmesi (ilm-i gayb iddiası)
· Kimi doğal felaketlerin Risale-i Nur'un "tokadı" olarak tanımlanması
· Kuran ve hadislerin kişisel amaçlarla yorumlanması
· Bazı hadislerin zayıf veya uydurma olduğu halde delil olarak kullanılması
· Bediüzzaman’ın kendisini "Mehdi" ya da "müceddid" olarak gördüğü iddiası
· Bediüzzaman’ın bazı talebelerince "Mehdi" olarak görülmesi
· Müceddidlik ve manevi makamlar atfedilmesi ama bunları reddetmemesi
· Kendisine aşırı bağlılık gösterilmesini teşvik etmesi
· Herhangi bir işle meşgul olmamak (geçim kaynağının olmaması)
· Nur talebelerinin birbiriyle gizli görüşmeler yapması
· Gizli görüşmelerde vilayet ve kazalardan gelenlerle buluşmaları
· Mektupların farklı yerlerden postalanarak gönderilmesi
· Gizli yayınlar yapmak
· Zehirlenme iddiasının asılsız olduğu
· Düşmanlarının olmadığı, zındıklıkla mücadele ettiği komitenin var olmadığı
Bediüzzaman Said Nursi ve arkadaşları maruz kaldıkları yargılamalarda din perdesi altında örgüt faaliyeti yürütmek, dini kutsalları istismar etmek gibi pek çok suçlamaya tabi tutulmuşlardır.
Said Nursi’nin, hiçbir dünyevi ve siyasi konunun yer almadığı sadece imani anlatımlarının olduğu eserlerine bile suç delili muamelesi yapılmış, Kuran ayetleri, hadisler ve ilmi anlatımlardan oluşan Risaleler toplanıp imha edilmiştir.
Bir Nur talebesi el konularak toplanan Risale-i Nurlar’ın yakılarak yok edilmesini şöyle anlatmaktadır:
“Sene 1963 oldu. Mehmet Önder ismindeydi savcı; ona gittim, kitapları sordum. Savcı, ‘KİTAPLARINIZI YAKACAĞIZ.’ dedi. Dedim: ‘İÇİNDE AYET VAR, HADİS VAR.’ ‘HAKİM ÖYLE KARAR VERDİ.’ dedi.”

[34] Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri hiçbir sabıka kaydı bulunmayan, geçmişi temiz, suçla ilgisi olmayan insanlar olmalarına rağmen, dönemin güvenlik gerekçesiyle yürütülen soruşturmalarında ‘devletin güvenliğine tehdit’ gibi ağır ithamlarla suçlanmışlardır. Haklarında çok sayıda dava açılmış olmasına rağmen, ‘örgüt olduklarına dair’ hiçbir somut delil ortaya konulamamış, ancak bu eksikliğe rağmen yargılamalar ısrarla sürdürülmüştür.
Hukuken hiçbir delil değeri taşımayan unsurlar mahkemelerde dosyaları doldurmak için kullanılmış; hatta ibadet, dua, mektup yazma gibi tamamen inanç özgürlüğüne giren konular bile “örgüt saiki” veya “örgüt faaliyeti” gibi gösterilmiştir.
Daha önce verilmiş beraat kararları hiçe sayılarak aynı ithamlarla yeni davalar açılmış, çoğu zaman delilsiz şekilde tutuklamalar gerçekleştirilmiş, kimi zaman uzun süre hapis yatıldıktan sonra da herhangi bir mahkumiyet olmaksızın tahliyeler yapılmıştır.
Bediüzzaman ve talebelerinin kazançlarına, mal varlıklarına da kimi zaman hiçbir tutanak tutulmadan haksız yere el konulmuş, yargılamalarda onlarca haksızlığa maruz kalmalarının yanında mahkeme salonlarında küçümsenmiş, alaya alınmış ve aşağılayıcı ifadelerle muamele görmüşlerdir.
Bir Nur talebesi Ereğli'de hakimle yaşadığı çarpıcı bir diyaloğu şöyle aktarmıştır:
“Ereğli'de hakim karşısına çıktım. Hakim, ‘Oğlum niye yasak kitap okuyorsun?’ dedi. ‘Hakim Bey, ben yasak kitap okumuyorum.’ dedim. ‘Yasak kitap okumuyorsan burada ne arıyorsun sen şimdi?’ diye sordu. ‘Memurlarınız beni aldı getirdi. Bu kitapları satan satıyor, matbaa basmış. Benim gibi dindar bir ailenin çocuğunun alıp okuması suçsa, kabul ediyorum.’ dedim. ‘Oğlum, suç. Mevlana'nın kitabını oku, İmam Gazali'yi, İmam-ı Rabbani'yi oku; yasak bu kitaplar.’ dedi. ‘Hakim Bey, ben onları okumadan evvel eşkıya idim.’ dedim. Alaylı bir şekilde, ‘Yani bunları okudun da mı Müslüman oldun?’ dedi.”
[35] Bediüzzaman maruz kaldığı bu haksız hukuksuz muamelelerin, aslında dine ve dindarlara karşı bir mücadelenin bir parçası olduğunu ifade etmiş, bu tür baskıların ‘dinsizlik cereyanını’ güçlendireceğini dile getirmiştir. Cumhuriyetin gerçek anlamda tarafsız ve hürriyetçi bir yapıya kavuşması gerektiğini belirterek şu cümleleri sarf etmiştir:
“Ben dahi bîtaraf (tarafsız) ve hürriyetperver (özgürlük yanlısı) olması lazım gelen Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar (destekçi) ve entrikaları (hileleri, komploları) çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden (kandıran, aldatan) gizli menfî (zararlı, olumsuz) komitelerden tefrik edilip (ayırt edilip), hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum.”
[36] Bediüzzaman’ın bu talebinin nedeni, yaşananların makul hukuki işleyişin ürünü olmamasıdır. Nitekim bir sorgu hakimi ile Bediüzzaman’ın talebesi Mustafa Kırıkçı arasında geçen şu diyalog, o dönem yaşanan bu baskıların boyutunu çok net göstermektedir:
Neticede bu mesele sorgu hakimine geldi. Sorgu hakiminin elleri titriyordu. Mustafa Kırıkçı Ağabey, "Hakim Bey, niye elleriniz titriyor?" diye sordu. "Kardeşim ben bu yaştan sonra hamallık mı yapayım? Beni tehdit ediyorlar, illa aleyhte karar vermemi istiyorlar" dedi. Tabii bu sohbet mahkeme başlamadan önce oluyordu. Hakim müspet bir adamdı.
[37] Bu ağır şartlar altında haksız ithamlarla yargılanan, tehdit edilen, mallarına el konulan ve iftiralara uğrayan Nur talebeleri ise, tüm baskılara rağmen Bediüzzaman’a olan bağlılıklarından vazgeçmemiş, sadakatle onu desteklemeye devam etmişlerdir.
REFERANSLAR:
[1] Şualar, 503
[2] Risale-i Nur Külliyatı, a.883
[3] Microsof Bing, Copilot AI açıklaması, https://copilot.microsoft.com/chats/FdAYtX7B6JDmCUXMJshCi
[4] Ağabeyler Anlatıyor 7, Sf 200-201
[5] Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım Afyon Hayatı
[6] Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım Afyon Hayatı
[7] Şualar, 12. Şua
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Müdafaalar Sf 85
[9] Cumhuriyet, 10 Mayıs 1935
[10] Akşam Gazetesi Haberi, 10 Mayıs 1935
[11] Şualar, Eddai
[12] Şualar, Eddai – Emirdağ Lahikası
[13] Şualar, Eddai
[14] Son Şahitler 2 - Bediüzzaman Said Nursi'yi Anlatıyor, Necmeddin Şahiner
[15] Son Şahitler 2 - Bediüzzaman Said Nıırsi'yi Anlatıyor, Necmeddin Şahiner
[16] https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir
[17] Sözler, 21. Söz’ün Zeyli
[18] Son Şahitler, Cilt 1, s. 198
[19] Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 42
[20] Emirdağ Lahikası, s. 45
[21] Hizmet Rehberi, s. 132
[22] Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası-1, s.73
[23] Son Şahitler, Ağabeyler Anlatıyor 6, sf. 376
[24] Şualar, 14. Şua
[25] Son Şahitler, Ağabeyler Anlatıyor 2, s. 230
[26] Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman, s.305 https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir
[27] Ağabeyler Anlatıyor 2, Syf 174 - Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman, s. 265
[28] Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım Afyon Hayatı - Risale-i Nur Külliyatı, Şuâlar, 14. Şuâ
[29] Ağabeyler Anlatıyor 1, Sf 206.
https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir
[30] Şualar, 12. Şua
[31] https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/mehmed-gulirmak
[32] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Eskişehir hayatı / Eskişehir müdafaası, s.282
[33] Risale-i Nur Külliyatı'ndan Müdafaalar - Bediüzzaman Said Nursi ve Şualar, Eddai
[34] Ağabeyler Anlatıyor 7, Sf 286
[35] Ağabeyler Anlatıyor 6, Sf 53
[36] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Eskişehir hayatı / Son müdafaata sonradan bir hikmete binaen ilhak edilmiş bir mukaddemedir s.300-302
[37] Ağabeyler Anlatıyor 5, Sf 21