Kuran’a Göre Şeriat, Cihat ve Savaş

Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.
(Bakara Suresi, 143)

Dünya üzerindeki terör eylemlerini sözde İslam dini adına gerçekleştirdiklerini söyleyen ve İslam’ı kendilerince vahşet dini gibi gösterenlerin yanlış yorumladıkları iki temel kavram vardır: Şeriat ve cihat...

Allah Yusuf Suresi’nin 111. ayetinde Kuran için “Herşeyin çeşitli biçimlerde açıklaması” şeklinde bildirmiş, ancak uydurma hadisleri kendilerine rehber eden radikal zihniyet, kendince Kuran’ı asla yeterli görmemiştir. İşte bu nedenle tarih boyunca bir kısım Kuran hükümlerinin “yeterli olmadığı” (Kuran’ı tenzih ederiz) hezeyanıyla ortaya çıkmışlardır. Kendilerince, (haşa) “Kuran anlaşılmazdır, Kuran hadislere muhtaçtır” yanlış mantığını geliştirmişlerdir. Oysa Allah Kuran’ın açık ve anlaşılır olduğunu bildirimiştir.

Hadisler, Peygamberimiz (sav)’in sözleri olarak bugüne kadar gelmiş izahlardır. Bir kısmı sahih yani gerçek söz ve uygulamalar olmakla birlikte, bir kısmı zamanla uydurulmuş, bir kısmının ise zamanla anlamı değiştirilmiştir. Bir hadisin gerçekten Peygamberimiz (sav)’in sözü veya uygulaması olduğunu anlamanın ise iki yolu vardır: Kuran ile mutabık olması ve tahakkuk etmesi (gerçekleşmesi). Kuran ile çelişen bir söz veya uygulamanın Peygamberimiz (sav)’e ait olduğunu iddia etmek ise düpedüz bir iftiradır. Çünkü Efendimiz (sav) de sadece Kuran’a uymuştur.

İkindi Namazı Tablosu, Kahire John Frederick Lewis, 1847.

“Kuran’ı ancak hadisler yoluyla anlayabiliriz” mantığı İslam dünyasına büyük zararlar vermiştir. Çünkü bu mantıkla yola çıkan bir kısım Müslümanlar, uydurma hadislere uymaya başlamışlardır. Hatta bir süre sonra Kuran’ı bir kenara bırakmış, sadece söz konusu hadisleri kendilerine din kaynağı edinir hale gelmişlerdir. Uydurma hadisler Kuran ayetleriyle çeliştiğinde ise kimileri, “Bu hadis Kuran hükmünü nesh etti (yürürlükten kaldırdı)” demeye bile cüret edebilmişlerdir. Yüzlerce uydurma hadisten kaynaklanan farklı din anlayışları gelişmiş ve İslam dini içinde, birbiriyle pek çok konuda çelişen ayrı mezhepler ortaya çıkmıştır.

İslam aleminin içine düştüğü bu durum Kuran’da şöyle bildirilir:

Ve elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş (bir Kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan Suresi, 30)

Gerçekten de İslam aleminin büyük bir kısmının sorunu bugün, Kuran’ı terk edilmiş bir kitap olarak bırakmış olmalarıdır. Kuran terk edildikten sonra sıra “icma”ya gelmiştir (İcma: Herhangi bir dönemde yaşamış din büyüklerinin, kıyas delillerine dayanarak şeriat konusunda hüküm koymaları). Bu kişilerin çoğunun da yol göstericileri Kuran olmadığı için binlerce uydurma hadis içinde boğulmuşlar ve “hükümleri Kuran’ın da hadislerin de açıklayamadığı” gibi bir kanaate varmışlardır. Bir süre sonra ise söz konusu bazı “din büyükleri” İslam adına kanunlar koyar hale gelmiştir.

Mezhepler birbiriyle çatışır ve çelişirken bu defa da mezheplerin içindeki icmalar birbiriyle çatışır hale gelmiştir. Her sözde “din büyüğünün” kendi yorumu hüküm kabul edilmiş, her cemaat farklı bir uygulamayı esas almış, koskoca İslam topluluğu mezheplere, sınıflara ve son olarak da küçük gruplara bölünmeye başlamıştır. Kuran ise, kılıfı içinde duvara asılı olarak bırakılmıştır. Bütün bunların sonucunda da İslam camiasının büyük bir kısmı “Kuran’ı terk etmiştir”.

Bir kısım İslam karşıtlarına bakıldığında onların da sorununun hurafecilerle aynı olduğunu anlarız. Onlar da İslam’ı Kuran’dan öğrenmezler. Tıpkı hurafecilerin yaptıkları gibi onların da İslam’ı değerlendirmelerinde, uydurma hadisler, batıl gelenekler ve bir kısım din bilginlerinin çoğu zaman Kuran ile örtüşmeyen fetvaları ön plandadır. Onlara göre de  “İslam”, hurafecilerin hayatları ve uygulamalarıdır. Onlara göre “İslam”, Kuran’daki din değil, tarihçilerin hayal gücüdür. Onlar Kuran’ın değil, bu uydurma dinin uygulamalarına “şeriat” derler. Kuran’ın bildirdiği değerlerden, kavramlardan habersizlerdir ama hurafecilerin sahte dinlerinin tüm kurallarını çok iyi bilirler. Bu sahte dinin kurallarını eleştirirken de kendilerince İslam’ı eleştirdiklerini zannederler. Hurafecilerin dinine öylesine sahip çıkarlar ki, “bu İslam değil” dendiğinde inanmazlar. Ki bu son derece önemli bir hatadır.

Söz konusu kişiler ideolojik bir din karşıtlığı düşüncesiyle İslam’a karşı değillerse, bağnaz zihniyetin karanlığına karşı gerçekten çözüm arıyorlarsa, şu gerçeğin farkına varmak zorundalar: Onların dini İslam değil. Bir Müslümana Kuran tek başına yeterlidir. Hadisler, Kuran ile mutabık oldukları sürece doğru ve güvenilirdirler. Kuran ile çelişen bir hadisin İslam’da yeri yoktur. Eğer bir Müslüman Kuran’da İslam’ı bulamıyorsa, başka bir din arayışı içinde demektir. O dinin şeriatı ise İslam değildir.

Her yıl dünyanın dört bir yanından iki milyona yakın Mü̈slü̈manın ziyaret ettiği Kabe, İslam ahlakındaki barışın ve hoşgörünün sembolüdür.

Kuran’daki Gerçek Şeriat

Şeriat kelime anlamı olarak “yol” demektir. Bir Müslüman Kuran’a bakarak nasıl bir “yol” izlemesi gerektiğini kolayca anlayabilir. Kuran’da haramlar oldukça azdır ve kesin ve net hükümlerle bildirilmiştir. Tartışmaya veya yoruma açık değildir. Örneğin adam öldürmek, zina etmek, faiz almak, domuz eti yemek, kan içmek gibi hükümler Kuran ayetleriyle kesin ifadelerle bildirilmiş olan haramlardır. Bu Kuran’ın önemli bir özelliğidir. Ayetleri kendi isteklerine göre yorumlayarak haram üretmeye çalışan kişiler daima kendilerince çıkarımlarda bulunurlar. Oysa Allah haramları kesin hükümlerle yasak etmiştir. Bu ayette olduğu gibi:

O, size ölüyü (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. (Bakara Suresi, 173)

Allah Kuran’da, İslam adına haram ve helal üretecek olan kişilerin var olacağını şöyle bildirir:

Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler. (Nahl Suresi, 116)

Peygamberimiz (sav)’in döneminden sonra, ayetin tasviriyle Allah’a karşı yalan uydurmuş olan çok geniş topluluklar türemiştir. Bu topluluklar Kuran’ı rehber edinmedikleri için dilediklerine haram, dilediklerine ise helal diyebilmişlerdir. Fakat öyle bir topluluk vardır ki, Allah onların özelliklerini şöyle vurgulamıştır: “Helal kılınan güzellikleri haram kılmaları.” Rabbimiz Kuran’da şöyle bildirir:

Ey iman edenler, Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide Suresi, 87)

İşte dünya üzerinde “şeriat” adı altında uygulanan, oysa tamamen İslam ile çelişen batıl sistem Kuran’dan uzaklaşmanın bir sonucudur. Kuran ayetleriyle açıklanan gerçek şeriat yani Kuran’ın doğru yolu ise şu şekilde tarif edilebilir:

Kuran’ın şeriatı sevgi, saygı, her dinden, her fikirden insana şefkat ve koruyuculuk demektir.

Kuran’ın şeriatı demokrasiyi şart koşar, fikir özgürlüğü hakimdir.

Kuran’ın şeriatında insanlar bilgili, eğitimli, açık fikirli, karşıt fikirlere saygılı, mutlu, dışa dönük, modern, kaliteli, ümitvar, sanat ve estetiğe önem veren, birliğe, dostluğa ve sevgiye değer veren insanlardır.

Kuran’ın şeriatında nefret, tahammülsüzlük, çatışma, kavga, zorbalık, dayatma, tehdit, mutsuzluk, öfke ve savaş yoktur.

Bu tariflere bakarak, “Kuran’ın şeriatına uygun bir İslam ülkesi şu anda dünyada var mı?” sorusunu soralım. Elbette yok. Bu şeriat, Peygamberimiz (sav) döneminden beri uygulanmadı. Şu anda şeriat ile yönetildiğini söyleyen ülkeler veya şeriat getirmek isteyen bir takım vahşet grupları, İslam’ın yerine koydukları bağnaz dinin şeriatını uyguluyorlar. Bir kısım yalan hadisleri kendilerine rehber ediniyorlar. Kuran’ı ise geride bırakıyorlar.

Kuran’daki gerçek şeriat sisteminin uygulanmaması, onun yerine şiddetin, sevgisizliğin, kalitesizliğin, dayatmanın İslam şeriatı olarak tanıtılması elbette vahim bir olaydır. Fakat bunun çözümü İslam’ı suçlamak değildir. İslam’ı suçlayanlar, genellikle radikalizme, vahşete ve şiddete tek çözüm olacak yolu elimine etmeye çalışarak daha çok zarar getirirler. Gerçek İslam’ı kendilerince güçsüz kılmaya kalkarak radikallere daha fazla imkan tanımış olurlar. Oysa radikalizmi ve İslam adına öne sürülen yanlış inançları ortadan kaldıracak olan onların suçlamaları veya ürettikleri silahlar değil, yalnızca Kuran’ı kaynak alan doğru İslam anlayışıdır. Ortada yanlış bir inanç sorunu vardır. Yanlış inançların değişmesi ise sadece yerine doğru inançların konulmasıyla mümkün olur.

Kuran'ın şeriatı, Müslümanın modern, bakımlı, asil, akıllı, kültürlü, demokrat, açık fikirli, tüm fikirlere saygılı ve sevgi dolu olmasını gerektirir. Kuran'ın şeriatında kardeşlik, barış ve sevgi esastır. Kuran, Müslümanlara savaşı, zulmü, kin, öfke ve çatışmayı yasaklamıştır. Gerçek şeriatı bilmek isteyenler, sadece Kuran'a başvurmalıdır.

Kuran’daki Gerçek Cihat

Rabbimiz’in Kuran’da bildirdiği cihatta adam öldürme, bomba yağdırma, intihar bombacıları, sivillerin üzerine araç sürme gibi hain saldırılar yoktur. Kuran’daki cihatta nefret, lanet okuma ve kin asla yer almaz. Hz. İbrahim (as)’ın oğulları, Hz. Yakub (as)’ın, Hz. Musa (as)’ın oğulları lanetlenmez. Tam tersine Peygamberlerin soyuna karşı saygı, nezaket ve hürmet vardır. Kuran’da tehdit ve korkutma yer almaz. İslam dini bağnazların ya da radikallerin yaşadığı gibi katliam, ölüm, nefret ve öfke kokan bir din değildir.

İslam, Hıristiyanlık veya Musevilikte katliam, ölüm, kin, nefret ve öfke yoktur. Dolayısıyla eğer bir insan “Kuran’dan öğrendim; öldürmem, bombalamam, lanetlemem gerekir” diyorsa ya doğruyu söylemiyordur ya da yanlış eğitilmiştir. Bir radikal Müslüman olduğunu iddia etse dahi Kuran’da bildirilen İslam’a değil sadece öldürmek, bombalamak ve lanetlemek için icat edilen batıl bir dine uymaktadır. Bu batıl dinin kaynağı ise Kuran değildir.

Waging jihad

Bu Görüntüler İslam’i Yansitmamaktadir.

İslam'da "cehd etmek", karşı tarafı bilgilendirmek, güzel ahlakı öğretmek, insanları kötülükten uzaklaştırmak için çaba harcamak demektir. Kendilerince “cihat etmek” adına katliam yapanlar, Kuran'a göre hareket etmemektedir.

Bu batıl dinin mensupları öpüp başa konularak duvara astıkları kutsal Kitabımız Kuran’ı belki de hiç okumamıştır. Bu dinde her şey kapkaranlıktır. Sevgi yerine nefret; şefkat yerine öfke; kardeşlik yerine düşmanlık; güzellik yerine kabus; sanat, estetik, bilim ve kültür yerine cehalet vardır. Böyle batıl bir dine inanan kişinin eline silah vermek “Bu topluluk senin düşmanın” demek, onu galeyana getirmek, öfke toplulukları oluşturmak kolaydır.

Peki radikalizm ya da bağnazlık neden var? Bu sorunun cevabı açık: Çünkü insanların büyük bir kısmı bununla eğitildiler. Başka bir din bilmediler. İslam adına ortaya çıkan radikallerin de İslam diye bildiği sadece bu batıl din oldu. Cahil bırakıldılar, gettolaştılar. Toplumdan, sanattan, bilimden uzaklaştırıldılar. Cihat kavramını hep yanlış bildiler ve yanlış uyguladılar çünkü onlara bu öğretildi. Öğrendikleri yanlışı uygulayarak kendilerini hep iyi bir şey yapıyor zannettiler. Kendilerine, dinlerine, ailelerine, halklarına ve elbette başkalarına zarar verdiklerini hiç düşünmediler bile. Oysa Kuran’da tarif edilen “cihat” bağnazların anladıkları cihattan çok farklıdır. Peki bizler cihat kelimesinden ne anlamalıyız?

Cihad kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamları ise şöyledir:

1. Çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek.
2. İnsanın kendi nefsine hakim olması.

Bu tanımlardan yola çıkarak İslam’da cehd etmenin, karşı tarafı bilgilendirmek, güzel ahlakı öğretmek, insanları kötülüklerden uzaklaştırmak için çaba harcamak olduğunu anlarız. Bunu yaparken Müslüman bir yandan da kendi nefsini güzel ahlaka yönelik bir eğitim altına almalı ve kendisini öfke ve nefretten uzak iyi bir insan olarak eğitmelidir. Yani cehd eden bir Müslümanın yapması gereken; bir yandan kendisini eğitirken, bir yandan da iyiyi, güzeli, doğruyu başkalarına da öğretmek için uğraşmaktır. Sevgiyi, barışı, şefkati yaygınlaştırmak ve insanları kötülükten alıkoymak için onları fedakarane şekilde eğitmek ve kendi ahlakı ile de örnek olmaktır.

Kuran’ın hiçbir yerinde cehd kelimesi bu anlamlarının dışında bir anlamda kullanılmamıştır. Dolayısıyla “kaynağımız Kuran” diyerek “cihat” adına katliamlar yapanlar ya yalan söylemektedir ya da yanlış eğitilmişlerdir.

Şu anda cihat adı altında insanları katledenler, intihar bombacısı olarak kendi canına, aynı zamanda da savunmasız sivillerin canına kıyanlar, insanların oturdukları kahveleri, konser salonlarını tarayanlar, savaşın çığırtkanlığı yapanlar Kuran’a göre harama girmektedirler. Sonraki bölümlerde bu kişilerin savaş adına yanlış yorumladıkları Kuran ayetleri ve saldırganlığa gerekçe olarak kabul ettikleri uydurma hadisler detaylı şekilde açıklanacaktır. Burada hatırlatılması gereken önemli bir husus vardır:

Radikallerin çok büyük bir kısmı cehalet yüzünden dehşet saçarlar. Gerçek dini bilmezler. Hatta çoğu Kuran’ı okumamışlardır bile. İşte bu yüzden öldürerek cihat yaptığını zanneden bir kişiyi kınamak, lanetlemek, onu tehdit etmek, hapsetmek, sürgün etmek hiçbir işe yaramaz. Onun sorunu Kuran ile eğitilmemiş olması, Allah’ın adetullahı’nı anlayamamasıdır. Sorun açıktır, yanlış eğitim var olduğu sürece, ne yaptığından habersiz radikallerin de var olacağı gerçeğini kabul etmek zorundayız. Sorunun ne olduğu tam anlaşılırsa, cihat adı altında vahşet saçıp terör uygulayanların tek ihtiyacının da doğru eğitim olduğu kavranacaktır.

İntihar “Cihat” Değildir, Haramdır ve Kuran’da Yasaklanmıştır

Dünya üzerinde son 20-30 yıl içinde gerçekleştirilen terör eylemleri incelendiğinde, özellikle de Ortadoğu kaynaklı terör örgütlerinin saldırılarının büyük bölümünün intihar eylemleri şeklinde gerçekleştirildiği görülmektedir. Kuran’a göre kendi canına kıymak yani intihar haramdır. Peki, bomba yüklü bir arabayı kendisi içindeyken havaya uçuran ya da kendi üzerine bağladığı bombayı çoğu zaman sivillerin içindeyken patlatan bir kişi böyle bir eylemi nasıl yapabilmektedir?

Arap ülkelerinin çoğu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında güçlenen komünizmden nasibini almış ülkelerdir. Mısır, Suriye ve Irak’ta güçlenen Baas Partisi, Çin’in himayesinde oluşturulan ve alttan alta Arap ülkelerini ve İran’ı koruması altına alan Şanghay bloku ve Filistin’de Arafat’ın önderliğinde güçlenen El-Fetih, hiçbir zaman komünist/sosyalist çizgilerini gizlememişlerdir. Aşırı milliyetçilikle yoğrulan Arap sosyalizminin tarih boyunca Arap ülkelerinde ne kadar kan döktüğü çok iyi bilinmektedir. Tarihi bilmeyenlerin ise şu an bu ülkelerdeki duruma veya Suriye’de Hafız Esad’ın mirasının nasıl korunduğuna şöyle bir bakmaları yeterli olacaktır.

Sosyalist veya komünist ideolojide böylesine bir vahşet kaçınılmazdır. Kimi zaman birinin hayatına son vermek kadar kendi hayatına son vermek de bu batıl anlayışta dünyanın ilerlemesine ve ne olduğu gerçekte belli olmayan o “ülkü”ye katkı olarak kabul edilir. Dolayısıyla kendince değersiz olan canını, yine kendince değersiz olan diğer canları ortadan kaldırmak için harcaması, bu vahşet sistemine göre daha büyük bir katkıdır. Bu olağanüstü yanlış bir mantıktır ve ayrı bir eleştiri konusudur.

İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olan çevreler gerçekte barış ve sevgi dini olan İslam’ın intihar saldırılarına izin verdiğini düşünürler. Tabi bu yanlış bilginin en önemli nedeni söz konusu terör örgütlerinin İslam dininde haram kılınan bu korkunç eylemi kendi uydurdukları çeşitli kaynaklar ya da yorumlarla meşru kılma çabalarıdır. Eğer bir intihar bombacısı, eylemini İslam adına yaptığını iddia ediyorsa, bu büyük bir ahlaksızlıktır, İslam dinine yönelik bir iftiradır. Burada çok ciddi ve dehşet verici hatalar var demektir.

İntihar Bir “Cihad” Değildir; Kuran’da Yasaklanan Bir Eylemdir

Cihat adı altında insanları katledenler, intihar bombacısı olarak kendi canına, aynı zamanda da savunmasız sivillerin canına kıyanlar çok ciddi bir suç işlemekte ve Kuran’a göre harama girmektedirler.

Bir Müslüman asla öldüremez. Bu haramdır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirir:

“Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide Suresi, 32)

Ayetteki ifade çok açıktır. Bir insanın diğerini öldürmesi nasıl cinayetse ve günahsa aynı şekilde bir insanın kendisini öldürmesi de cinayettir ve haramdır. Bir restoranda kendini patlatmak, “cihat” değil günahtır. Otobüs durağında bekleyen, pazarda alışveriş yapan insanların üzerine araçlarını sürenler cihat etmemekte, harama girmektedirler. Buna ödül verenler, bunu yüceltenler, bununla o insanın “şehit” olduğunu zannedenler cihada değil cinayete alkış tutmaktadırlar. Kendisiyle birlikte savunmasız sivilleri öldürmek de cihat değil, cinayettir.

“Cihat”, bir insanı doğruya, güzele iletmek için ilmi ve bilimsel olarak gayret etmek, sevgi ve saygıyla iletişim kurmaktır; onu öldürmek değil.

Şehitlik, İslam’ın şart koştuğu sevgiyi, dostluğu ve kardeşliği güzel sözler anlatırken ve iyilikle yaymaya çalışırken, yani Allah yolunda çabalarken ölümün gelmesidir. Adam öldürmek cinayettir ve haramdır. Uğruna ödül verilecek bir erdem değildir. Masum sivilleri hedef alan saldırıları yapanlar ise şehitlik makamına ulaşmamakta, cinayet işleyerek harama girmektedirler.

İntihar bombacıları ve onların destekçileri başkalarını katletmeyi emreden bir dinin propagandasını yapıyorlar. Bu kişilerin dini, Allah’ın dini değildir. Bu dine uyanların belki de pek azı bu gerçeği biliyor. Bu sahte dini gerçek zanneden ve ona uymaya çalışan birçok insan var.

Asıl sorun da zaten bu: Kendi dinini bilmeyen insanların hurafelere sürüklenmesi sorunu. Kendi dinlerini, Kuran’daki gerçek sevgiyi öğrenmedikçe intihar bombacıları da, onları teşvik edip hatta ödül verenler de var olmaya devam edecektir. Onlara doğruyu öğretmenin yolu ise askeri tedbirler değildir. Bunun tek yöntemi doğru bir eğitim vermektir. Doğru eğitimi vermek için doğru insanların yani samimi dindar Müslüman, Hristiyan ve Musevilerden sevgi insanlarının bir araya gelmeleri gerekiyor. Birlik güçlü olunca, iyiler ittifak edince, yanlış yolda olanlar da doğruya uymaya başlayacaklardır.

İntihar Saldırılarındaki Artışın Nedenleri Nelerdir?

Dünyadaki siyasi amaçlı intihar eylemleri 1980’lerde ortaya çıktı. Lübnan’da iç savaş sırasında Hizbullah’ın gerçekleştirdiği intihar saldırıları bu tür eylemlerin ilk örneklerindendi. 1980’lerin başından 21. yüzyılın başına kadar tüm dünyada yaklaşık 200 intihar saldırısı gerçekleşti. Fakat intihar saldırılarındaki esas gözle görülür artış, 2000’li yılların başında oldu ve son 30 yılda 3500’ün üzerinde saldırı gerçekleşti. Nitekim sadece 2013 yılında, on sekiz ülkede 291 intihar saldırısında yaklaşık 3.100 kişi hayatını kaybetti. Bu rakam bir önceki yıla (230 intihar saldırısı) oranla, saldırıların sayısında %25 artış olduğunu gösteriyor. Bu tarihlerde gerçekleşen intihar saldırılarının büyük çoğunluğu Müslüman ülkelerde yaşandı. Orta Doğu ülkeleri, özellikle de Irak, yaklaşık on yıldır saldırıların yüksek düzeyde olduğu ülkelerin başında geliyor... Afganistan, Pakistan, Suriye, Lübnan, Arap Baharı’nın yaşandığı Tunus, Libya, Afrika’da Somali, Mali ve Nijerya, intihar saldırılarının gerçekleştiği diğer Müslüman ülkeler… Peki, intihar saldırılarındaki bu artışın sebebi nedir? Bu sorunun öncelikli cevabı söz konusu ülkelerin siyasi bakımdan gösterdikleri istikrarsızlık olabilir. Saldırıların genelde yabancı ordular tarafından işgal edilen ülkelerde gerçekleştirildiği düşünülse de, bu tarz intihar eylemlerinin sadece %32’si yabancı bir ordunun bulunduğu ülkelerde meydana geliyor. Diğer %68’lik oran ise, kendi vatandaşlarına, yani masum halka yönelik...

Irak ve Suriye gibi iç savaşın yaşandığı ülkelerde mezhep ve etnik gerginlikler veya Mısır gibi ülkelerde milliyetçi laik güçlerle İslami gruplar arasındaki mücadele, bu intihar saldırılarının sebepleri arasında... İntihar saldırılarında restoranlar, marketler ve camiler, toplu taşıma araçları, yani sivil halkın bulunduğu ortamlar hedef olarak seçiliyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar kısacası masum halk bu eylemlerin odak noktası oluyor. Hatta Irak’ta olduğu gibi Müslümanlar ibadet yaparken (Cuma namazı), ya da Yemen’deki gibi dini kutlama yaparken saldırı düzenlenebiliyor ki bu son derece düşündürücüdür.

Bu eylemleri gerçekleştiren kişilere “Neden fikirlerinizi kabul ettirmek için böyle bir yolu seçtiniz?” diye sorulsa, yanlış bilgilerle eğitildikleri ve affetmeye, barışa, sevgiye dayanan gerçek Kuran ahlakını bilmedikleri için, bunu sözde İslam adına yaptıklarını söyleyeceklerdir. İşte bu nedenle Kuran’ı temel alan İslam ahlakının anlatılması aciliyetlidir ve bu konuda hemen, dünya çapında seferberlik ilan edilmelidir.

A. İntihar Saldırıları, 1970-2015

a. 1980s - İntihar saldırısı (31) - İntihar olmayan saldırılar (31.137)
b. 1990s - İntihar saldırısı (121) - İntihar olmayan saldırılar (28.664)
c. 2000s - İntihar saldırısı (1552) - İntihar olmayan saldırılar (23.440)
d. 2010s* - İntihar saldırısı (1387) - İntihar olmayan saldırılar (28.916)
e. İntihar saldırısı
f. İntihar olmayan saldırılar
x. YILLAR

İslam’da Savaş Konusunda Yanlış Bilinenler

Bir Müslüman Kuran’daki Her Ayete, Ayırt Etmeksizin İnanmakla Yükümlüdür

Cami Kapısında; Osman Hamdi, 1891

Bu başlığın konulmasının sebebi, İslam’a hurafe dahil etmeye kalkan bağnazların ve bu bağnazların kirli mantığını kullanan bazı İslam karşıtlarının önemli bir yanılgısını ortaya koymaktır. Bu bozuk mantıktaki kişiler Kuran’daki bazı ayetlerin, başka ayetler tarafından nesih edildiğine (Kuran’ı tenzih ederiz) yani yürürlükten kaldırıldığına dair iddialarda bulunmaktadırlar. Söz konusu kişiler iddialarına delil olarak Bakara Suresi’nin 106. ayetini kullanırlar:

Biz, daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye (kadar) hiçbir ayeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veya unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 106)

Kuran’a karşı dil eğip büken kişiler, kendi hurafelerini hakim edebilmek için kendi çarpık yorumlarını sözde delil olarak kullanmışlardır. Böylece bir kısım ayetleri yürürlükten kaldırabileceklerini ve hatta yerine uydurma hadisleri dahil edebileceklerini düşünmüşlerdir. Bir kısım İslam karşıtları da, sarhoş edici içkiler veya savaş ile ilgili olarak nesih edilmiş ayetler olduğunu iddia etmektedirler. Buradan yola çıkarak Müslümanları da, “Yürürlükten kaldırmaya uyanlar” ve “Yürürlükten kaldırmaya uymayanlar” olarak ikiye ayırma eğiliminde olmuşlardır.

Gerçekte ise ayetin açıklaması şöyledir:

“Hiçbir ayeti neshetmez” ifadesinde geçen “ayet” kelimesi tekil olarak kullanılmıştır ve kelime bu haliyle kullanıldığında “delil, mucize” gibi anlamları da vardır. Nitekim Kuran’da tekil olarak kullanılan ayet kelimesi daima “delil” anlamındadır ve diğer tüm ayetlerde bu anlamıyla tercüme edilmiştir. Kuran ayetlerini niteleyen “ayet” kelimesi ise Kuran’da hiçbir zaman tekil olarak kullanılmaz.

Dolayısıyla buradaki anlam “Kuran ayetleri” değil, daha önce gelmiş olan “deliller, kurallar ve şeriatlardır”. Ayete göre, kendilerine hak kitaplar verilen önceki toplulukların yani Musevilerin ve Hristiyanların yükümlü olduğu ancak zaman içinde unutulmuş olan bir kısım uygulama ve hükümler, Kuran ile hatırlatılmakta veya ortadan kaldırılmaktadır. Onun yerine ise bir benzeri veya daha hayırlısı Kuran ile getirilmiş olmaktadır.

Burada ayette geçen “unutturma” kelimesinin de üzerinde durmak gerekir. Bir hükmün diğerini nesih etmesi için, diğer hükmün “unutulmuş” olması gerekmektedir. Kuran’da ayetlerin tamamı 1400 senedir değişmeden durduğuna göre, bir ayetin diğerini nesih etmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Bağnazların nesih edildiğini iddia ettikleri hükümler unutulmuş değildir, Kuran’da halen bulunmaktadır. Açıkça anlaşılmaktadır ki, burada bahsedilen nesih konusu ayetin bir diğer ayeti nesih etmesi şeklinde değil, geçmiş topluluklara ait olup, zamanla unutulmuş hükümlere yöneliktir. Geçmiş topluluklara indirilmiş fakat “unutturulmuş” olan hükümler, bu hükümlerin daha hayırlısı veya bir benzeri şeklinde Kuran’da yer alarak, söz konusu topluluklara, hüküm olarak gönderilmiştir.

Özetle, bazı sözde alimlerin “Kuran’da sevgiyi, şefkati, merhameti anlatan, Kitap Ehli (Museviler ve Hristiyanlar) ile iyi ilişkiler kurmayı tavsiye eden ayetlerin hükmü kalktı” iddiası geçersizdir. Neshedilen Kuran ayeti yoktur. Kuran'ın tamamı kıyamete kadar geçerlidir.

Kuran “Korunmuş” Bir Kitaptır

Kuran, Rabbimiz’in ayetinde açıkça belirttiği şekilde “korumaya alınmış” bir kitaptır:

Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)

“Korunmuş” bir kitapta hükümlerine uyulması tüm Müslümanlar için şart olan ayetlerin bir kısmının geçerli görülüp bir kısmının yok sayılması gibi bir durum söz konusu olamaz. Nitekim Kuran’ın bütünündeki mükemmellik, matematiksel ve bilimsel mucizeleri, yol gösterici özelliği ve Kuran’ın korunduğuna dair pek çok ayet, hurafecilerin ve bir kısım İslam karşıtlarının bu iddialarını ortadan kaldırmaktadır:

Onlar, o zikir (Kur’an) kendilerine geldiğinde inkâr ettiler. Halbuki o, eşsiz yücelikte bir Kitap’tır. Batıl, ona önünden de, ardından da gelemez. (Çünkü Kur’an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir. (Fussilet Suresi, 41-42)

Söz konusu kişilerin nerede hata yaptıklarının daha iyi anlaşılması için bu iddiaları inceleyelim:

“Mekke Dönemi Müslümanları” ve “Medine Dönemi Müslümanları” Ayrımındaki Yanılgılar

Bir kısım İslam karşıtları, ılımlı Müslümanlar için “Mekke dönemi Müslümanları” gibi bir tanımlama yaparlar. Onlara göre Peygamberimiz (sav)’in Mekke’de bulunduğu dönem, savaşların yaşanmadığı barışçıl bir dönemdir. Peygamberimiz (sav)’in Medine’ye hicretinin hemen ardından ise savaşlar başlamıştır. Bir kısım kişiler de buradan yola çıkarak İslam’da savaşı savunanların sadece Medine döneminde vahyolunan ayetleri kabul ettiklerini, barışçıl olanların ise sadece Mekke dönemi ayetlerini kabul ettiklerini iddia ederler. Bu son derece cahilce ve bir o kadar da mantıksız bir iddiadır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir Müslümanın Müslüman vasfı kazanabilmesi için en temel şart, Kuran ayetlerinin hiçbirini diğerinden ayırt etmeden tümüne inanmasıdır. Eğer tek bir ayetin hükmünü kabul etmezse Kuran’da belirtilen anlamda Müslüman vasfını kaybeder. Dolayısıyla “Müslümanım” diyen birinin Kuran’a göre “bu ayeti kabul ediyorum, diğerini etmiyorum” ayrımı yapma durumu kesin olarak yoktur.

Peygamberimiz (sav) zamanında, Mekke döneminde savaş yaşanmadığı, Medine döneminde savaş yapıldığı ve bu özel savaşlara yönelik olarak ayetler indirildiği doğrudur. Bunun sebebini anlamak için Peygamberimiz (sav)’in yaşadığı dönemin zorlu ortamını kavramak gerekmektedir.

Mekke Döneminde Müslümanların Zorlu İmtihanı

Müslümanlar Mekke'deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.

Kuran’ın Peygamberimiz (sav)’e vahyi tam 23 yıl sürdü. Bunun ilk 13 yılında Müslümanlar Mekke’deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.

Fakat söz konusu pagan toplulukların saldırısı son bulmadı.

Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini kendilerince önemsememiş göründüler. İman etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe, ilk başlarda Hz. Peygamber (sav)’in davetine ses çıkarmadılar. Sonra yavaş yavaş Peygamberimiz (sav)’i gördüklerinde, kendisine yönelik sözlü saldırılarda bulundular. Müslümanları kendilerince alaya alıp küçümsediler. Böylece Kureyşlilerin “sözlü saldırı” devri başlamış oldu.

Kuran’da söz konusu durum bize şu şekilde bildirilmektedir.

Doğrusu, ‘suç ve günah işleyenler,’ kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: “Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır” derlerdi. (Mutaffifin Suresi, 29-32)

Mekke puta tapıcıların merkezi durumundaydı. Kâbe ve civarındaki putları ziyaret için gelenlerle Mekke her gün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibar kazanıyordu. Kureyşliler Mekke’de Müslümanlığın yayılmasını bir tehdit olarak görüyorlardı, çünkü bu gerçekleşirse çıkarlarına zarar geleceğini ve diğer kabilelerin kendilerine düşman olacağını düşünüyorlardı. Ayrıca biliyorlardı ki, Müslümanlık herkesi eşit sayıyor, soy ayrımı, zenginlik-fakirlik farkı gözetmiyordu. Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığın yayılmasını önlemek için tedbir almaları gerektiğine inandılar. Buna, Müslümanlara yönelik işkenceler, hatta cinayetler de dahildi. (İbn Hişâm, 1/287)

Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye bu ağır işkencelere maruz kalmış değerli Müslümanlardandı.

Bütün bu işkenceler Müslümanlara sadece iman ettikleri ve insanlara İslam’ı anlattıkları için gerçekleşiyordu. Bu baskı, işkence, şiddet ve dehşet ortamı içinde Müslümanlar, İslam’ın şartı gereği hiçbir şekilde kendilerine zarar verenlere zarar vermemiş, en insani hakları olan karşı savunmada dahi bulunmamışlardır. Müslümanların karşı atak yapmadığını gören Kureyş müşrikleri azgınlıklarını ve işkencenin dozunu daha da arttırmışlardır. Öyle ki söz konusu Kureyşliler, artık gördükleri Müslümanı anında şehit eder hale gelmişlerdir.

Eziyetlere hiçbir şekilde karşılık vermeyen, Kuran’da kan dökme izni verilmediği için savunmaya dahi geçmeyen Müslümanlar, işkenceler çirkinleştikçe Mekke’de barınamaz hale gelmişlerdir. Bu durum, Medine’ye göçü gerekli kılmıştır.

Medine Dönemi ve Savaşlar

Mekke’de putperestlerin baskılarının şiddetinin artmasıyla birlikte, Müslümanlar daha özgür ve dostane bir ortamın bulunduğu Yesrib (sonraki ismi Medine) şehrine hicret ederek burada kendi yönetimlerini kurdular. Ne var ki kendi siyasi yapılarını bu şekilde oluşturduktan sonra bile, Mekkeli putperestlerin saldırısı son bulmadı. Kureyşliler, bulundukları alana kadar Müslümanları takip edip şiddetli eylemlerini devam ettirdiler. Peygamberimiz (sav) ve yanındaki Müslümanlar ise, Mekke’nin saldırgan putperestlerine asla savaşla karşılık vermediler.

Dünyada hiçbir kişi, topluluk veya ülke, bir saldırı karşısında cevapsız kalmaz. Mutlaka “nefsi müdafaa” olarak kendisine saldıran topluluğa cevap verir veya en azından kendisini savunur. Yaptığı bu nefsi müdafaa karşısında ise kişileri mahkemeler, ülkeleri ise uluslararası hukuk daima haklı görür. Çünkü karşı taraftan haksız bir saldırı vardır ve kişinin canı, ailesi, sevdikleri; bir ülkenin milleti, namusu, toprakları tehlikededir. Peygamberimiz (sav)’in kendisini ve topluluğunu savunma izni, Medine’ye göçü sonrası şu ayetler ile verilmiştir:

Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar... (Hac Suresi, 39-40)

Bu ayetler ile, yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” demeleri nedeniyle haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarılan Müslüman topluluk, karşı savunma hazırlıklarına başlamıştır. Ayette açıkça belirtildiği gibi, “kendilerine savaş açılmış, saldırıya uğramış olan Müslüman topluluğa” savunma izni verilmektedir; saldırma emri değil. Bu ayetin sonrasında Müslümanlar kendilerini korumaya başlamış, kendilerine saldıran bu azgın topluluğa karşı savunma savaşları gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra savaş ve savunma konusunda indirilen ayetler, süregelen o dönemdeki savaşlar sırasındaki uygulamalara yönelik tarifler içermektedir. Bir başka deyişle, sadece o savaştaki o duruma özel bir tarif yapılmaktadır. Dolayısıyla Kuran’daki savaş ile ilgili ayetlerin tümü, dönemin güç şartlarını ve Peygamberimiz (sav)’in adaletini anlayabilmemiz için, sadece o dönemdeki saldırılara yönelik olarak indirilmiş özel ayetlerdir.

Peygamberimiz (sav), putperestlerin barbarca muamele ve işkencelerine maruz kalan müslümanlara, Kuran ayetlerinin hükmüne göre savunma savaşları yapma izni vermiştir.

Peygamberimiz (sav) Dönemindeki Savaşlar Kimlere Karşı Yapıldı? Bir Müslüman Anti Semit Olamaz

Kuran’da tarif edilen savaşlar konusunda hatırlatılması gereken önemli nokta da söz konusu savaşlardaki “karşı taraf”tır. Bir kısım dini ve tarihi kaynaklar, Peygamberimiz (sav) döneminde yapılan savaşların Musevilere karşı gerçekleştirildiğini yazar. Söz konusu kaynakları okuyan bir kısım kişiler de, Kuran’da söz konusu özel savaşlar için indirilmiş olan ayetlerin Musevilere yönelik olduğunu iddia ederek Kuran’da bir çeşit antisemitizm arayışı içine girerler. Oysa bu ciddi bir aldatmacadır.

Peygamberimiz (sav)’e ve Müslümanlara yönelik söz konusu zulmü yapanlar müşriklerdir. Bunların büyük bir kısmı putperesttir. Amaçları putlarına ve sapkın inançlarına zarar gelmesini engelleyebilmektir. Bir kısmı ise Musevi toplulukların arasından çıkan münafık ve müşriklerdir. Bunların Museviler olarak adlandırılması çok büyük hatadır. Müslüman topluluklarının arasından çıkan bir müşrik veya münafık nasıl “Müslüman” olarak değerlendirilemezse, Musevilerin arasından çıkan ve vahşet yayan müşrikler ve münafıklar da Musevi olarak değerlendirilemezler. Gerçek bir Musevi’nin savaşa kalkışması, dindar insanların canını alması mümkün değildir.

Kuran, antisemitizmi lanetler. İşte bu yüzden Kuran’ın içinde Musevi düşmanlığına dair bir ifade aramaya kalkanlar daima elleri boş dönerler. Söz konusu ayetleri Musevilere yönelik savaş ayetleri olarak yorumlamaya kalkanların bunu iyi anlamaları gerekiyor. Peygamberimiz (sav), dönemin Musevileriyle daima çok iyi ilişkiler içinde olmuş, onlara sevgi ve şefkat göstermiş, aynı şekilde dönemin gerçek dindar Musevileri de aynı sevgi ve saygıyı Peygamberimiz (sav)’e yöneltmişlerdir. Bu konu Ehl-i Kitap’a bakış açısının anlatıldığı bölümde detaylı olarak incelenmiştir. (Bkz. İslam’ın Ehl-i Kitaba Bakışı bölümü)

Kuran’da Savaşın Tarifi

Kuran’da savaşın ne zaman ve nasıl yapılacağı açıktır:

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara Suresi, 190 )

Savaş ancak, MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞANLARA yönelik olarak yapılmalıdır yani bir SAVUNMA savaşı olmalıdır. Müslümanların karşı tarafa sebepsiz yere saldırmaları Kuran’da kesin olarak YASAKLANMIŞTIR. Savunma savaşında da masumlar, siviller, kadınlar, çocuklar ve yaşlıların mülkleri; kiliseler, sinagoglar ve diğer kutsal mekanlar dokunulmazdır.

Müslümanlara Allah’ın Kuran’da verdiği emir, bir topluluğa, yaptıkları haksızlıktan ve saldırganlıklarından dolayı öfke duysalar bile, onlara karşı daima adaleti ayakta tutmaları gerektiği şeklindedir. Allah ayetinde şöyle bildirir:

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)

Örneğin Allah ayetinde, Müslümanların Kabe’ye girişini engelleyen topluluklara karşı haddi aşmaktan Müslümanları men etmiş, onlara ve herkese karşı iyilikte bulunmayı öğütlemiştir:

... Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının... (Maide Suresi, 2)

Kasıtlı olarak Hac ibadetleri engellenmiş ve kendilerine haksızlık yapılmış olmasına rağmen Müslümanlar, haddi aşma konusunda Yüce Rabbimiz tarafından uyarılmaktadırlar. Allah Müslümanlara, bu şartlar altında bile adaletle davranmayı, öfkelenmemeyi ve iyilik yapmayı emretmektedir. Müslüman, her ne şart altında olursa olsun Kuran’daki bu hükme uymak zorundadır.

Kuran’da savaşın tek gerekçesinin -savunma savaşının- tarif edildiği ayette, Müslümanlara savaş konusunda getirilmiş bir başka şart daha vardır: Aşırı gitmemek. Bunun anlamı, saldırı durumunda Müslümanın kendisini sadece koruması, haddi aşmaması, savunmanın dışında bir harekette bulunmamasıdır. Yani Kuran’da saldırı, vahşet, şiddet ve aşırılık yasaklanmıştır.

Yalnızca ve yalnızca kendilerine saldıranlara karşı bir savunma savaşı yapma zorunluluğu başka ayetlerde de şöyle bildirilmiştir:

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır... (Mümtehine Suresi, 8-9)

Burada önemli bir ayrım vardır. Müslümanlara fikren karşı olduğu halde, onlara karşı herhangi bir saldırı ve taşkınlıkta bulunmayanlara karşı saldırıda bulunmak Müslümanlar için haramdır. Müslüman, onlara karşı saygıyla ve adaletle davranmakla yükümlüdür. Bu ayetteki tarife göre sadece Müslümanlara inançları yüzünden zulmeden ve onlara fiili olarak saldıran, yani savaşı başlatan tarafın atağına karşı bir savunma izni verilmiştir. Elbette her insan, kendisine yöneltilen bir saldırıda kendisini korur. Bu her insanın, her milletin, her devletin kendisinde hak bulduğu, zaten olması gereken bir davranış biçimidir.

Peygamberimiz (sav)’in savaş izni verilen ayet gelene kadar hiçbir şekilde savunma yapmamış olması, müthiş bir fedakarlık ve dindarlıktır. O ana kadar “... onlarla en güzel bir biçimde mücadele et...” (Nahl Suresi, 125) ayetinin hükmü gereği Peygamberimiz (sav) sadece ikna ve uzlaşma yöntemine başvurmuştur. Putperest Kureyşlilerin amaçlarının yalnızca katliam yapmak olmasına rağmen...

Bu ayetleri incelerken önce, Kuran’da tarif edilen tüm savaşların o bölgedeki belli bir topluluğa yönelik olarak yapıldığının, belli şartlar altında gerçekleştiğinin ve bu özel şartların da ayetlerde belirtilmiş olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bu, “kendileriyle anlaşma yapılmış olan” müşrik bir topluluktur. Dolayısıyla bu savaşların tümü, söz konusu topluluğun karşılıklı barış ve dostluk anlaşmalarını bozarak yaptıkları saldırılara, hal ve tavırlarına göre şekillenmiştir. Dolayısıyla inen ayetler de, tam olarak o zamanki durum ile ilişkilidir, o ortamı tarif etmektedir.

Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için o dönemdeki müşrik tarifini ve yapılan anlaşmaları yakından görelim:

Kendileriyle Anlaşma Yapılan Müşriklerin Durumu

Müşrik kelimesi, söz konusu dönemi anlatan çeşitli tefsirlerde yalnızca “şirk koşan” anlamını alsa da, terim olarak açıktan açığa Allah’a ortak koşan; sayısız ilahlara inanan; Müslüman, Musevi, Sabiî, Hristiyan veya Mecusi olmayan; putlara tapan putperestlerdir.

Kuran’da, İslamiyet’in zuhuru esnasında Arabistan’daki mevcut dinler zikredilirken müşrikler daima ayrı bir grup olarak bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav) devri dikkate alınırsa, Kitap Ehli olan Musevi ve Hristiyanlarla evlenmek ve kestiklerini yemek helal kılındığı halde, Mecusi ve Sabiîlerin ve ayrıca putperestlerin kadınlarıyla evlenmek ve kestiklerini yemek yasaklanmıştır.

Peygamberimiz Medine’ye göç ettikten sonra müşrik topluluklar ve o bölgede yaşayanlarla pek çok anlaşma imzalamış ve müşriklerin taşkın tavırlarına rağmen barışı tesis etmek için daima onları birliğe davet etmiştir. Bu durum farklı dinlere ve dillere sahip gruplara ait insanların bir arada huzur içerisinde yaşayabileceğini de ispatlamıştır. Onun barış ve sevgi davetçisi olduğunun en büyük delillerinden birisi kendisinin yazdırdığı ilk metnin bir barış sözleşmesi olmasıdır. Hz. Muhammed (sav), Mekke’yi fethettikten sonra da, daha önce Müslümanlara işkence eden müşrikleri dahi serbest bırakmış, onlara büyük bir merhamet göstermiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği bu üstün ahlak, daha önce Arap toplumunda benzerine hiç rastlanmamış bir durumdu ve insanlar arasında takdirle karşılanmaktaydı.

O dönemde fethedilen yabancı ülkelerde de gerçek adaletin uygulanması konusunda Hz. Muhammed (sav) tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) ele geçirilen ülkelerin yerli halklarına karşı Kuran’da bildirilen adaleti uygulamış, onlarla her iki tarafın da memnun kalacağı ve kimsenin en ufak bir mağduriyet dahi yaşamayacağı anlaşmalar yapmıştır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve yanındaki sahabeler, “Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.” (Araf Suresi, 181)ayetinde söz edildiği gibi, insanlar arasında adaleti sağlayan bir ümmet olmuşlardır.

Arap yarımadasının güney kısmındaki Hristiyan Necran Halkı ile yapılan sözleşme de Peygamberimiz (sav)’in anlayış ve adaletinin en güzel örneklerindendir.

Sözleşmenin maddelerinden biri şu şekildedir:

“Necranlıların ve mahiyetindekiler canları, malları, dinleri varları ve yokları, aileleri, kiliseleri ve sahip oldukları herşey Allah’ın ve Allah’ın Peygamberinin güvencesi (himayesi) altına alınacaktır.” (Majid Khoduri, İslam’da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209-210)

O bölgedeki tüm topluluklarla anlaşma sağlanması sonrasında Peygamberimiz (sav), İslam tarihindeki ilk anayasa olan Medine Vesikası’nı hazırlayarak Medine devletini kurmuştur. Medine Vesikası, tarihteki demokratik ve çok sesli anayasanın ilk ve en mükemmel örneğidir.

Tarihin İlk Çoklu ve En Demokratik Anayasası: Medine Vesikası

Medine Vesikası, Müslümanların, tüm diğer din mensuplarının ve müşriklerin haklarına ve hukuklarına karşı koruyucu bir tavır aldıklarını gösteren tarihin ilk çoğulcu ve en demokratik anayasasıdır.

Medine Vesikası bundan yaklaşık 1400 yıl önce, 622 yılında, farklı inançlara sahip olan halkların taleplerine cevap vermek üzere, Hz. Muhammed (sav)’in önderliğinde kaleme alındı ve yazılı bir hukuki sözleşme olarak hayata geçti. Bunun sonucunda da 120 yıl boyunca birbirine karşı düşmanca duygular besleyen farklı din ve ırklara sahip topluluklar bu anlaşma içinde yer aldılar. Hz. Muhammed (sav) bu sözleşme yoluyla her fırsatta birbirlerine saldıran, düşmanca duygular besleyen ve uzlaşamayan toplulukların arasındaki çatışmaların son bulabileceğini, hepsinin rahatlıkla bir arada yaşayabileceklerini gösterdi.

Medine sözleşmesine göre herkes hiçbir baskı olmadan istediği dini, inancı, siyasi ya da felsefi seçimi yapmakta özgürdür. Kendi görüşlerine sahip insanlarla bir topluluk oluşturabilir. Kendi hukukunu uygulamakta özgürdür. Ancak suç işleyen, hiç kimse tarafından korunmayacaktır. Sözleşmeye taraf olan gruplar birbirleriyle yardımlaşacak, birbirlerine destek olacaklardır ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in himayesi yani koruması altındadırlar. Karşılıklı taraflar arasındaki anlaşmazlıklar Allah’ın Resulü’ne götürülecektir. Nitekim müşrikler bile, en adaletli kişi olarak Peygamberimiz (sav)’in hakemliğini daima tercih etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz (sav)’in hazırlattığı bu sözleşme kademeli bir biçimde 622 yılından 632’ye kadar uygulanmıştır. Bu vesika ile kan ve akrabalık bağlarına dayalı kabile tarzı yapılanma aşılmış; coğrafi, kültürel ve etnik kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek birlik oluşturmuşlardır. Medine Vesikası’nda çok geniş bir din ve inanç özgürlüğü sağlanmıştır. Bu özgürlüğü ifade eden maddelerden biri şu şekildedir:

“Ben-i Avf Musevileri, müminlerle beraber aynı ümmettirler, Musevilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir.” (Muhammed Hamidulllah, İslam Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1981, s. 128)

Medine Vesikası 47 maddeden ibarettir. Maddelerin 1–23 arası Müslümanlarla, 24–47 arası ise Medine’de yerleşik olan Musevi kabileleriyle ilgilidir. Sayı itibariyle az da olsa Hristiyan unsurundan da bahsedilmesi farklı din mensuplarının katılımı açısından önemlidir.

Profesör Leonard Swidler’ın “Çoğulculuk perspektifinde Medine Vesikasının yeniden değerlendirilmesi” isimli raporunda söz konusu anlaşma ile ilgili dikkat çekici yorumlar şu şekildedir:

“Vesika Hz. Peygamber’in şehri birleştirme ve halka açıkça duyurulan hukuk etrafında toplama gayretlerini göstermesi bakımından önemli bir belgedir. Bu hukuka göre her birey eşit haklara, din seçme özgürlüğüne ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılıp katılmama özgürlüğüne sahiptir. Ancak her halükarda şehrin düşmanlarıyla anlaşma yapmaları yasaktı, ki bu da Medine gruplarının birbirine olan sıkı bağlılıklarını tesis etme çabasını göstermektedir. Bu siyasi ve dini metin, eşitlik ve özgürlük değerleri etrafında yeni bir toplum oluşturma amacı gütmekteydi. Vesikada da vurgulandığı üzere hukukun her birey üzerindeki üstünlüğü, diyalog ve beraber yaşama ortamı oluşturma amacına ulaşılması için atılan temel adımdı. Vesikadaki maddeler genel anlamda Medine’deki her bireyin şehir korumasındaki eşit sorumluluğunu da belirlemektedir. Buna ek olarak ahlaki karakterini ortaya koyan maddelerdeki paralel ifadelerin de çokluğunu görmekteyiz. Son olarak, şehirdeki çeşitli grupların isimlerinin maddelerde tek tek zikredilmiş olduğunu düşündüğümüzde Vesikanın ve dolayısıyla Hz. Peygamberin şehrin bu gruplarını legal toplumlar olarak kabul ettiğini ve onları dikkate aldığını görebiliriz.” (Majid Khoduri, İslam’da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209-210)

Medine Vesikası metni, Müslümanların, müşriklerin haklarına ve hukuklarına karş̧ı koruyucu bir tavır aldıklarını göstermekte, onların da Medine’nin savunmasında Müslümanlarla beraber hareket etmelerini istemektedir. Müşriklere karşı böyle bir tutum ise hiçbir şekilde şaşırtıcı değildir; çünkü Kuran’a göre Müslümanlar anlaşma halinde oldukları müşrikleri, kendi canları pahasına korumakla yükümlüdürler. (Bu konu ilerleyen satırlarda anlatılacaktır.)

Sonuç olarak söz konusu Vesika’nın birlik ve beraberliğin, şefkat ve sevginin, dostluk ve barışın çekirdeklerini içerisinde barındıran çok önemli bir tarihi belge olarak kabul edildiği bir gerçektir ve özelde Müslümanlarla Museviler arasında genelde de tüm gayrimüslimlerle diyalog yapmada örnek teşkil etmektedir. Peygamberimiz (sav)’in o dönemdeki bu sevgi ve barışçıl anlayışı Kuran’a uygun olandır, ancak bunu yaşayabilen bir Müslüman toplum görmek şu anda zordur. Bu durum, tarihin en demokratik ilk anayasasının Efendimiz (sav) tarafından yazılıp uygulandığının en önemli delillerindendir.

Dolayısıyla kitabın bundan sonraki bölümlerini, bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir. Müşrikleri korumayı emreden, Kitap Ehli’nin (Musevi ve Hristiyanlar) Müslümanlar için özel bir yeri olduğunu belirten Kuran-ı Kerim’in öğütleri ve Kuran’a göre daima barış ve demokrasiyi hedeflemiş olan Hz. Muhammed (sav)’in uygulamaları günümüz hurafecilerinkinden tamamen farklıdır. Onlar –başarmaları mümkün olmadığı halde- Kuran’dan sürekli savaşa delil bulmaya çalışırken, Kuran daima barışı öğütlemektedir. Dolayısıyla konuyla ilgili savaş ayetleri açıklanırken, bu önemli gerçeğin mutlaka akılda tutulması gerekmektedir.

Hz. Muhammed (sav)’in Hristiyanlara Tanıdığı İmtiyazlara Dair Berat
(Aziz Ketrin Manastrı Rahiplerine Mektup)

◉ Bu mektup Muhammed İbn Abdullah’tan, yakında ve uzaktaki Hristiyanlara, onlarla birlikte olduğumuza dair sözümdür.

◉ Gerçekten de ben, kullarım, yardımcılarım ve tabilerimle birlikte onları savunuruz; Hristiyanlar benim tebaamdır; Allah’ın izniyle onları rahatsız eden hertürlü şeyden onları koruruz.

◉ Onlara herhangi bir baskı yapılmayacaktır.

◉ Ne hakimleri görevlerinden, ne rahipleri manastırlarından edilecektir.

◉ Kimse kiliselerini yıkamayacak, hasar veremeyecek veya oralardan Müslüman evlerine herhangi bir eşya taşınmayacaktır.

◉ [Kiliselerden]Herhangi bir şey alan olacak olursa, Allah’ın anlaşmasını bozmuş olacak ve Peygamberimize itaatsizlik yapmış olacaktır. Onlar gerçekten benim müttefiğimdir ve düşmanlarına karşı benim sağlam fermanımın güvencesi altındadırlar.

◉ Kimse onları başka bir yere gitmeye veya savaşa girmeye zorlayamaz.

◉ Ne var ki Müslümanlar onlar için [onları korumak adına] savaşırlar.

◉ Eğer Hristiyan bir hanım bir Müslüman ile evlenecek olursa, bu evlilik hanımın onayı olmaksızın gerçekleşemez. Bu hanım kilisesine gitme konusunda engellenemez.

◉ Kiliselerine saygı gösterilecektir. Hristiyanlar kiliselerini tamir etmekten men edilemeyecekleri gibi kutsiyetleri zedelenmeyecektir.

◉ Müslüman halktan kimse Dünyanın Son Günü’ne kadar bu anlaşmaya itaatsizlik yapmayacaktır.

Müslümanlar, Hristiyanlara verilen bu imtiyaz beratını bulundukları tüm topraklarda şereflendirmiş ve büyük bir titizlikle uygulamıştır.

Savaş ile İlgili Ayetler ve Açıklamaları

Kuran’da savaşın tarifini bu şekilde gördükten sonra, bir kısım radikaller tarafından istismar edilen ve bir kısım İslam karşıtları tarafından da İslam’a yönelik eleştiri maksatlı kullanılan savaş ayetlerini inceleyelim:

Bakara Suresi 191. Ayetin İncelenmesi

Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. (Bakara Suresi, 191)

Bu ayet, Müslümanların ağır baskı ve şiddete maruz bırakılması ve Mekke’den çıkarılıp Medine’ye hicrete zorlanmasının ardından indirilen bir ayettir. Yukarıda detaylı tarif ettiğimiz şartlar oluşmuş, müşriklerin ağır zulmü ve doğrudan saldırılarına karşı Müslümanlar kendilerini savunma emri almışlardır. Zulüm yapma konusunda sakinleşmeyen, güzel sözden anlamayan ve barış/uzlaşma çağrılarına kulak asmayan bu topluluğa, onların yöntemi ile karşı koyma durumu söz konusu olmuştur.

Fakat ayette, Kuran’daki savaş hukukuna dair hatırlatma da tekrar yer almaktadır: “Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın.” Görüldüğü gibi savaşmanın tek şartı, karşı tarafın bir saldırıda bulunmasıdır. Onlar savaşmadıkça veya herhangi bir saldırıda bulunmadıkça, müşriklerle savaşmak kesin olarak helal değildir.

Söz konusu ayeti kendilerince saptıran radikallerin de, İslam karşıtlarının da ayetteki bu önemli hükmü görmezden gelmesi elbette son derece kuşkuludur. Ayet açıkça, Müslümanlara sadece kendilerini savunma özgürlüğü vermektedir. Dolayısıyla savaş ve saldırı bu ayetin hükmü değildir.

Ayetteki bir başka önemli husus ise şöyle bildirilmiştir “Fitne, öldürmekten beterdir.” Toplumları galeyana getirmek, nefreti körüklemek, dedikodu yayarak nefret, anarşi ve terörü yaygınlaştırmak ve düşman kitleleri oluşturmak fitne çıkarmaktır ve ayetin ifadesine göre böyle bir fitneyi çıkarmak adam öldürmekten dahi beterdir. İşte Müslümanlara saldıranlar, hem fiili hem psikolojik hem de sinsi anlamda bu fitneyi oluşturmakta olan topluluklardır. Verdikleri zarar büyüktür. Saldırganlıkları baş gösterdiğinde de Müslümanlar doğal olarak kendilerini savunmaktadırlar.

Şu anda bir kısım bağnazların kulaktan dolma bilgiler veya hurafelere kanarak kişileri, toplumları, dinleri veya ülkeleri fitneci ilan etmeleri ve bu sapkınlıklarına söz konusu Kuran ayetini delil göstermeye çalışmaları ise büyük bir hatadır. Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları türlü sıkıntılara sokarak zarara ve günaha sürüklemek, ardından da toplu isyanların alt yapısını oluşturmak, Müslümanlara karşı fiili ve sözlü saldırılarda bulunmak gibi bozgunculuğa yol açacak fiiller içermektedir. Dolayısıyla bir kişinin fitne ile suçlanabilmesi için tarifini yaptığımız bu uygulamaların bir veya birçoğunu yerine getirmesi gerekmektedir. Şu anda “fitneci” damgasını vurarak bir mezhebin diğerini veya özellikle Musevileri veya İsrail’i suçlamaya çalışanlar bu ayete kesin olarak muhalefet etmektedirler.

Kuran’a göre Musevileri veya İsrail’i bir bütün olarak “fitneci” ilan etmek haramdır. Her dinden veya ülkeden fitne çıkaran insanlar olabilir. Fakat Araplardan, Türklerden veya Müslümanlardan fitne çıkaranlar olduğu için Arapların, Türklerin veya Müslümanların tümünün fitneci ilan edilemeyeceği gibi Musevi ve İsraillilerin de tümünü fitneci ilan etmek Kuran’a uygun değildir. Kuran’a göre bir Müslüman, bir Musevi’nin evinde yemek yiyebilmekte, ona konuk ve dost olmakta, hatta onunla evlenebilmektedir (Bu konu İslam’ın Ehl-i Kitaba Bakışı bölümünde detaylı izah edilmektedir). Durum böyleyken bir Müslümanın bir Museviyi koşulsuz şartsız “fitneci” olarak ilan edebilmesi mümkün değildir. Bu iddiayla ortaya çıkanlar, başta da belirttiğimiz gibi Kuran’ı hiç bilmeyen, fitne konusunda Museviler ile ilgili sayısız uydurma hadisin etkisi ile yetişmiş olan cehalet içindeki insanlardır. Söz konusu hadislere ve Kuran’a göre Kitap Ehlinin konumuna sonraki bölümlerde detaylı değinilecektir.

Nisa Suresi 89, 90, 91. Ayetlerin İncelenmesi

Onlar, kendilerinin inkâra sapmaları gibi sizin de inkâra sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı. (Nisa Suresi, 89)

Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.) Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır. (Nisa Suresi, 90)

Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil’ kıldık. (Nisa Suresi, 91)

Söz konusu ayetlerde münafıklardan bahsedilmektedir. Münafık, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen, Müslümanlar arasında yaşayan ve onlardanmış gibi görünen, fakat gerçekte Allah’a ve İslam’a karşı düşmanlık besleyerek Müslümanları arkadan vurmaya çalışan kişidir. Allah münafık olarak ölümle buluşanların cehennemin en alt tabakasında olacaklarını bildirmekte ve onları aşağılamaktadır. Anlaşılabileceği gibi münafık, ikiyüzlü ve kahpece tavrı nedeniyle ne inkarcılara ne de müşriklere benzemeyen, oldukça tehlikeli ve aşağılık bir insan modelidir.

Müslümanları yarı yolda bırakan ve Müslümanların da kendileri gibi inkara sapmalarını arzu ederek bu yönde çalışan münafıkları dost edinmek Nisa Suresinin 89. ayetinde yasaklanmıştır. Onlarla savaşmanın meşrulaştığı durum, yani “şayet yeniden yüz çevirirlerse” ifadesinden anladığımız, söz konusu münafıkların artık Müslümanlara karşı fiili saldırı halinde olmalarıdır. Bunu hemen sonraki ayetten de anlamak mümkündür. 90. Ayette, “Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa” ifadesinden de anlaşılabileceği gibi saldırıda bulunmayan bir topluluğun aleyhinde bir yol yoktur. Açıktır ki, öldürme izni verilmiş olan topluluk Müslümanlara savaş açmış olan bir topluluktur. Yine burada Müslümanlara, saldırı karşısında kendilerini savunma hakkı verildiği açıkça anlaşılmaktadır.

Bunun yanı sıra, Nisa Suresi 90. ayet, Kuran’ın adil, affedici ve şefkatli ve daima barışı koruyan üslubunun bir başka göstergesidir. O vakte kadar Müslümanları sinsice arkadan vurmuş, hainlik yapmış olmalarına rağmen münafıkların bir kısmı; “Ancak sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşmak (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır.)” hükmü gereği Müslümanlara karşı barışçıl tavır takındığı için ayetin hükmüne göre dokunulmazdırlar. Aynı ayette Allah, “Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.” diye belirterek onların dokunulmazlıklarını tekrar hatırlatmaktadır. Bu ise adaletin ta kendisidir.

Nitekim 91. ayette de yine aynı şartlara göre tarif edilmiş bir durum vardır. Söz konusu ortamda, savaş istemediğini söyleyerek pişman olan münafıkların bir kısmı tekrar fitnenin içine dalmışlar ve yeniden Müslümanlara karşı saldırı eylemlerinde bulunmaya başlamışlardır. İşte bu durumda yeniden Kuran’daki savaşın hükmü hatırlatılmakta ve saldırıda bulunmadıkları sürece onlara dokunulmaması, ancak saldırıda bulunurlarsa karşı savunmada bulunulabileceği anlatılmaktadır.

Yine burada, ayette belirtilen durumun, Uhud savaşı sırasında gerçekleşen özel bir olay olduğu ve savaş alanında döneklik yapan münafıklarla ilgili olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir.

Tevbe Suresi 5. Ayetin İncelenmesi

Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 5)

Söz konusu ayette gerçekleşen şartları anlayabilmek için Tevbe Suresi’ni 1. ayetten başlayarak okumak gerekir. Bu şekilde okunduğunda, karşı saldırıyı hak eden müşriklerin “bütün müşrikler” değil, Müslümanlara o vahşi saldırıları yapan ve ardından haram aylarda savaşmamak için kendileriyle anlaşma yapılan müşrikler olduğunu anlarız. Buradaki müşrikler, “Müslümanlarla adil bir anlaşma yapmış olmalarına ve Müslümanların haram aylar boyunca bir savaş durumuna girmeyeceklerini çok iyi bilmelerine rağmen” Müslümanları gafil avlamaya ve sinsice yaklaşmaya çalışmış, haram aylarda vahşi saldırılarına devam etmiş ve Müslümanların canına kastetmiş olan müşriklerdir.

İşte bu şartlar söz konusuyken Müslümanlara bu ayet ile vahşice saldıranlara karşı kendilerini savunma hakkı verilmiştir. Ayette görüldüğü gibi, müşriklerin saldırıları haram aylarda gerçekleşmesine rağmen Müslümanlar Allah’ın hükmü gereği haram aylar sırasında karşı koymamakta, bu dönem boyunca sabretmekte ve haram aylar bittikten sonra savunmaya başlamaktadırlar. Ayette yine, savunmada izlenmesi gereken yöntemin tarif edildiğini görürüz: Tutuklama, kuşatma ve bütün geçit yerlerinin tutulması.

Uluslararası hukuka dayalı savaşlarda mutlaka öncelikli şart kuşatma ve tutuklamadır. Kuşatma için geçit yerleri tutulur ve böylelikle karşı tarafın ilerlemesi engellenmiş olur. Dolayısıyla bu ayette, şu anda uluslararası hukukta izlenen ve haklı görülen yöntem tarif edilmiştir. Aradaki tek fark, burada saldırıyı Müslümanların yapmaması, onların sadece ve sadece kendilerine saldıranları durdurmaya çalışmalarıdır.

Yine aynı ayete göre, saldırısından vazgeçen ve tevbe edenlere karşı herhangi bir savaş durumu söz konusu olmamaktadır. Onlar özgür bırakılmaktadırlar.

Söz konusu ayetten hemen sonraki ayete baktığımızda ise Kuran’ın gerçek sevgi ve koruyuculuk ruhunu anlatan önemli bir açıklama ile karşılaşırız. İşte bu ayet, İslam karşıtlarının bu konuda Müslümanlara yönelik tüm iddialarını ortadan kaldıran bir ayettir. Ayet şöyledir:

Eğer müşriklerden biri, senden ‘eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.’ Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)

Bu ayet ile Müslümanlara, kendilerine sığınmış olan ve kendilerinden yardım isteyen bir müşrike “kendi canlarını tehlikeye atarak” yardım etmeleri öğütlenmektedir. Öyle ki ayete göre söz konusu Müslüman, müşrikleri koruyabilmek için KENDİSİNİ SİPER ETMEKTEDİR. Bir başka deyişle bir Müslüman, Allah’ı inkar eden bir kişinin canını koruyabilmek için kendi canını riske atarak, onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştırmakla yükümlüdür.

Bu, Kuran’ın hükmüdür. Kuran’ın hükmüne göre bir insan Allah’a inanmıyor diye “öldürülmemekte”, tam tersine Müslümanların canı pahasına da olsa korunmaktadır. Dolayısıyla savaş gerekçesi, karşı tarafın Allah’a inanıp inanmamasıyla veya başka dinden olup olmamasıyla ilgili değildir. Savaşın gerekçesi, karşı tarafın saldırı ve işkencede bulunması, cana kastetmesidir.

Ayetin işaret ettiği başka bir gerçek ise, saldırıda bulunmadıkları, azgınlık ve taşkınlık yapmadıkları sürece; din, dil, millet, inanç ayrımı yapılmaksızın tüm insanların Müslümanlar tarafından korumaya alınmaları gerektiğidir. Bir Müslüman, Müslümanı koruduğu gibi, Kitap Ehli’ni de, hatta ateisti, komünisti de korumakla yükümlüdür. Bu, Müslüman olmanın gereğidir. Bu, Kuran’daki Müslüman tarifidir. Bir insan “Müslümanım” diyorsa, koruyucu olmak zorundadır.

Tevbe Suresi 13. Ayetin İncelenmesi

Andlarını bozan, elçiyi sürmeye yeltenen ve sizinle (savaşı) ilk defa başlatan topluluğa karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? İnanıyorsanız asıl çekinmeniz gereken ALLAH’tır. (Tevbe Suresi, 13)

Bu ayet, Kuran’da savaşın hükmünü gösteren ayetlerden bir diğeridir. Müslümanlarla anlaşma yapmış olan, yani anlaşmaları gereği barış içinde yaşayan bir müşrik topluluk anlaşmasını bozup bozgunculuk ve saldırganlığa başladığında; Peygamberimiz (sav)’i kendi yaşadığı beldeden başka bir yere sürgün etmeye kalkıştıklarında ve ayetin açık ifadesiyle savaşı İLK OLARAK BAŞLATAN OLDUKLARINDA, Müslümanların onlara karşı savaşma hakkı oluşmaktadır.

Maide Suresi 33. Ayetin İncelenmesi

Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar için büyük bir azap vardır. (Maide Suresi, 33)

Bütün savaş ile ilgili ayetlerde özellikle belirttiğimiz konu bu ayette de dikkat çekmektedir. Burada, karşı savaş verilmesi gereken topluluğun nitelikleri çok detaylı olarak açıklanmıştır: Allah’a ve elçisine doğrudan savaş açmaları ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları. Görülebileceği gibi bu kişiler, sadece Müslümanlara fiili saldırıda bulunmaya kalkmıyor, aynı zamanda tüm yeryüzünde de fitne çıkarıyorlar. Yani ayette, tüm dünya için sorun olan, herkesin bozguncu olarak gördüğü sapkın ve savaşçı bir topluluktan bahsedilmektedir.

Fiili olarak Müslümanlara savaş açmış bir topluluğa karşı koyarken -tüm savaşlarda olduğu gibi- mecbur kalındığı takdirde öldürme olabileceği gibi, onların bulundukları yerden sürgün edilmeleri de yapılabilecek uygulamalar arasındadır. Bir başka deyişle Kuran ayetlerine göre Müslümanlara normalde haram kılınmış olan -cana kıyma ve sürgün etme- gibi fiillere sadece böyle bir savaş durumunda geçerli olmak kaydıyla izin verilmiştir.

Enfal Suresi 57. Ayetin İncelenmesi

Bundan dolayı, savaşta onları yakalarsan, öyle darmadağın et ki, onlarla arkalarından gelecek olanlar(ı caydır). Umulur ki ibret alırlar. (Enfal Suresi, 57)

Bu ayeti de yine yukarıda detaylı anlattığımız ve delillerini verdiğimiz mantık ışığında değerlendirmek gerekmektedir. Peygamberimiz (sav)’e bir kısım ayetlerin indiği Medine döneminin, çok yoğun bir savaş ortamı olduğu unutulmamalıdır. Bu ortam, sadece ve sadece “Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar...” (Hac Suresi, 40) ayetinde belirtildiği şekilde Müslümanlara yapılan haksız zulüm neticesinde meydana gelen savaşlardır. Dahası yine hatırlanacağı gibi Müslümanlar, “Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)ı size bırakırlarsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.” ayeti gereği, karşı taraf savaşa son verdiğinde, savaşı durdurmak ve onlara karşı aleyhte bir harekette bulunmamakla yükümlüdürler.

Enfal Suresi 57. ayetten birkaç ayet öncesine bakacak olursak yeniden, o dönemde, Müslümanlarla anlaşma yapmış olan bir topluluktan bahsedildiğini anlarız. Savunmaya izin veren hemen her Kuran ayetinde özellikle belirtildiği gibi bu topluluğun da “anlaşmalarını bozan” ve dolayısıyla hemen arkasından saldırıya geçen bir topluluk olduğu belirtilmektedir.

Üst üste saldırılarda bulunan, hiçbir sözü dinlemeyen ve sürekli olarak yapılan barış anlaşmalarına muhalefet ederek fitne çıkaran bu topluluğa karşı ise caydırıcı bir güç gösterilmesi önemlidir. Çünkü bu durumda, fitneyi alışkanlık haline getirmiş olan söz konusu topluluklar artık buna güç bulamayacak ve onların peşinden fitne çıkarmaya veya saldırıya hazırlanan başka müşrik grupları da cesaret gösteremeyeceklerdir. Bu, her yapılan anlaşmaya muhalefet ederek savaş başlatan söz konusu topluluğa karşı gerekli, önemli ve sonraki savaşları önleyici bir tedbirdir.

Dünyanın hemen her ülkesinin anayasasında ve uluslararası hukukta tüm cezaların “caydırıcı” olmasına önem verilir. Amaç, suçun aynı kişi veya başka kişiler tarafından işlenmesinin önüne geçmektir. Uluslararası hukukta bu önlemleri son derece yerinde ve hukuk devletleri için gerekli bulanların, konu İslam olduğunda bunu aleyhte değerlendirmeye yeltenmeleri sağduyuya ve hakkaniyete uymamakta, adaletli olmamaktadır.

Muhammed Suresi 4. Ayetin İncelenmesi

Öyleyse, inkar edenlerle savaş sırasında karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları ‘iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da’ artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) veya bir fidye (karşılığı salıverin). Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin). İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak (Allah,) amellerini giderip-boşa çıkarmaz. (Muhammed Suresi, 4)

Diğer ayetlerde olduğu gibi bu ayette de dikkat çeken, bir savaş ortamının varlığıdır. Anlaşma bozulmuş, müşrikler saldırıya geçmiş ve bu saldırıya cevap vermek dışında bir çözüm kalmamıştır. Bu ayette tarif edilen uluslararası savaş hukukudur. Üstelik uluslararası savaş hukukunda uygulanmayan bir uygulama burada yer almakta ve savaşın bitiminin hemen sonrasında esirler serbest bırakılmaktadır. Oysa Afganistan müdahalesi bitmesine rağmen Guantanamo’da savaş esirleri halen tutuklu olarak bulundurulmakta ve BM, NATO gibi paktlar bu durumu makul görmektedirler. İşte bu hukuksuzluğu, Kuran makul görmez. İslam’a göre, savaşın hükmen sona ermesi için esirlerin mutlaka serbest bırakılması gerekir.

Savaş konusu ile ilgili ayetlerin o anki durum ve şartlara göre tarif edilmiş savunma savaşları olduğu, yalnızca saldırıyı başlatan saldırgan, fitneci, bozguncu müşriklere ve münafıklara karşı yapıldığı aslında açıktır. Bu ayetlerin, anlamları değiştirilerek, radikallerin nefret ve öfke politikaları için kullanılmalarının en büyük sebebi, yüzlerce sahte hadisin İslam’a dahil edilmesi ve bir kısım tefsircilerin yanlış bakış açılarıdır. Oysa Kuran, İslam’a sonradan eklenmiş olan sahte hadislerden ve hurafelerden arınarak, tertemiz ve aydınlık bir zihinle okunmalıdır. Dönemin savaş ortamıyla değerlendirildiğinde, ayetlerin anlamları son derece açıktır.

İslam hukukuna göre savaş ancak saldırıya karşı kendini savunma şeklindedir ve savaş bittiğinde alınan esirler serbest bırakılır. Bu, uluslararası savaş hukukunda dahi olmayan bir uygulamadır. Buna rağmen Afganistan müdahalesi bitmesine rağmen Guantanamo’da savaş esirleri halen tutuklu olarak bulundurulmakta ve BM, NATO gibi paktlar da bu garip durumu makul görmektedirler.

İslam’da Savaş İçin Gerekçe Yoktur

İslam’ın savaş ile yayıldığı ve savaşçı bir din olduğunu iddia edenler (İslam dinini tenzih ederiz), temelde böyle bir görüşün, İslam’ın öğretileri ile tamamen zıt olduğunu anlamalıdırlar. İslam hakkında bilinen tüm yanlışlar Kuran’ın vahyinden ve Peygamber Efendimizden sonra üretilen uydurma hadislerden, hurafelerden ve bazı sözde alimlerin yorum ve açıklamalarından kaynak bulmaktadır. Bazı radikal gruplar bu uydurma hadislerden yola çıkarak İslam dinini kendilerince yorumlamış, savaşı meşru gösterecek şekilde açıklamalar yapmışlardır. İslam olmayan hatta kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara yönelik saldırıları da buna göre gerekçelendirmişlerdir.

Önceki bölümlerde de detaylı açıkladığımız gibi Kuran’da karşı tarafa saldırıda bulunmak için bir gerekçe yoktur. Kuran, demokrasi ve özgürlüklerin en mükemmel tarifini yapar. Demokrasinin ve özgürlüklerin bulunduğu bir ortamda ise, karşı tarafı düşman ilan etmek veya onu susturmaya çalışmak söz konusu değildir. Çünkü böyle bir ortam herkese saygı duyulan ve herkesin rahatlıkla konuştuğu özgür bir ortamdır. İslam şeriatı asıl bu ortamı tarif eder. Dolayısıyla, Kuran’da savaşın gerekçesi yoktur. Ancak hurafecilerin kendi uydurdukları şeriata göre savaşmak, saldırmak, öldürmek için sayısız gerekçe vardır. Bu gerçeği Kuran ayetleri ile izah edelim:

İslam’ı Zorla Kabul Ettirmek İçin Savaş Açılamaz

Savaş, zor, dayatma veya baskı yoluyla bir insana İslam’ı kabul ettirme yöntemini uygulayanlar Kuran’a ihanet etmiş olurlar. Kuran’daki en açık hükümlerden biri “dinde asla zorlamanın olmadığıdır”:

Dinde zorlama (ve baskı) yoktur... (Bakara Suresi, 256)

Bu açık ayet Kuran’ın hükmüdür. Hiçbir Müslüman bu hükmün dışına çıkarak bir başkasına dindar olması için baskı uygulayamaz. Bu Kuran’da yasaklanmıştır.

Peygamberimiz (sav) yalnızca bir öğütçüdür. Tebliğ yapmakla ve son gelen hak din İslam’ı topluluklara tanıtmakla yükümlüdür. O dönemde, İslam dinini Peygamberimiz (sav)’in ve diğer Müslümanların ağzından dinleyenlerin kimi iman etmiş, kimi ise etmemiştir. Kuran’ın açık hükmü gereği, Peygamberimiz (sav) de, beraberindeki Müslümanlar da kesin olarak baskı yoluna gitmemişlerdir.

Kuran’da Peygamberimiz (sav)’e, “Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. ONLARA ‘ZOR VE BASKI’ KULLANACAK DEĞİLSİN” (Gaşiye Suresi, 21-22) hatırlatması yapılmış ve baskı kesin olarak yasaklanmıştır. Kuran’a göre tüm diğer Müslümanlar da İslam ahlakını tanıtmakla görevlidirler. Ama hiç kimseye “sen Müslüman olacaksın”, “dindar olacaksın” veya “ibadetleri uygulayacaksın” gibi bir baskı yapamazlar. Kuran’ın amacı dünyaya sevgi ve huzur getirmektir. Dolayısıyla böyle bir baskı ortamının Kuran’a uygun olmayacağı açıktır.

Kuran’da baskının açıkça yasaklandığı diğer bazı ayetler şöyledir:

Ve de ki: “Hak Rabbinizdendir; ARTIK DİLEYEN İMAN ETSİN, DİLEYEN İNKAR ETSİN...” (Kehf Suresi, 29)

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, ONLAR MÜ’MİN OLUNCAYA KADAR İNSANLARI SEN Mİ ZORLAYACAKSIN? (Yunus Suresi, 99)

Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. SEN ONLARIN ÜZERİNDE BİR ZORBA DEĞİLSİN; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver. (Kaf Suresi, 45)

Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. ONLARA ‘ZOR VE BASKI’ KULLANACAK DEĞİLSİN. (Gaşiye Suresi, 21-22)

De ki: “Ey kafirler.” “Ben sizin taptıklarınıza tapmam.” “Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.” “Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.” “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.” “SİZİN DİNİNİZ SİZE BENİM DİNİM BANA.” (Kafirun Suresi, 1-6)

Zor ve baskı Kuran’da yasaklandığına göre, savaş, saldırı, düşmanlık ve öfke için bir gerekçe kalmamaktadır. Eğer baskı ile dinin kabul ettirilmesi haram ise, Müslümanlar müşrik toplulukları neye zorlayacaklardır? Dolayısıyla Kuran’daki İslam’a göre, İslam’ı kabul ettirmek asla ve asla savaş gerekçesi olamaz.

İdeolojik veya Etnik Üstünlük Sağlamak için Savaş Başlatılamaz

İslam’da her ideolojiye, her millete, her etnik gruba, her düşünceye, her dine saygı vardır. İslam, tüm fikirlerin dinlendiği, fikir özgürlüğünün alabildiğine yaşandığı bir dindir. Böylesine örnek bir demokrasi anlayışının ve hürriyetin olduğu dinde, fikir çatışması veya etnik çatışma nedeniyle savaş olması elbette mümkün değildir.

Müslüman Bir Liderin Getireceği İslami Kuralları Yaygınlaştırmak Amacıyla Savaş Yapılamaz

Daha önce detaylı açıkladığımız gibi, Kuran’a göre Müslüman bir lider, liderlik yaptığı topluluk içinde bulunan Hristiyanlar, Museviler, ateistler, komünistler, agnostikler, Budistler ve bunun gibi tüm diğer fikir ve ideolojileri birlikte kucaklayan bir lider olmalıdır. Tam anlamıyla fikir özgürlüğünü benimsemelidir. İnsanlara tam hürriyet vermelidir.

Özgürlüklerin olmadığı bir ortamda kavgalar, kargaşalar, hakaretler ve ikiyüzlü insanlar ortaya çıkar. Müslüman bir lider bunların tümünü engellemeli ve Kuran’ın gereğini yapmalıdır. İman eden her insan, “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun.” (Nisa Suresi, 135) ayeti gereği kişi, inanç, köken ayırt etmeksizin adaleti ayakta tutmakla yükümlüdür. Kendi aleyhine olsa bile.

“Düşman” Görülen Kişilerin Ortadan Kaldırılması İçin Savaş Açılamaz

İslam’da nasıl “düşman” olabilir ki? İslam dini, temelinde bütün insanların eşit ve kardeş olması gerektiğini savunan bir dindir. İslam dinine göre rengi, dili, dini, ırkı, vatanı ve sosyal durumu ne olursa olsun insan, öncelikle sırf ruh sahibi bir varlık olduğu için saygıya layıktır. Tüm hak dinlerin bildirdiği şekilde insanlar, Hz. Adem (as)’ın çocukları olarak kardeştirler. Bu kardeşlik ilkesi, dindar olmanın gereklerindendir. İslam, ırk üstünlüğü fikrine dayanan, kendilerince insanları “gelişmiş” ve “ilkel” diye ikiye ayıran tüm faşizan ideoloji ve fikirlere, materyalist ve Darwinist düşüncelere karşıdır. Dolayısıyla bu sapkın ideolojilerin beraberinde getirdiği çatışma, mücadele ve savaş kavramları da İslam’da yoktur, tam tersine İslam bunlara karşı ilmi ve akli bir mücadele içindedir.

Her insanın saygıya layık olduğuna dair İslam’daki kural, insanlar arası her türlü ilişkinin de temelini oluşturur. Yanlış eylemlerde bulunan bir kişi bile İslam’a göre daima potansiyel iyiliğe yönelecek bir insandır. Dolayısıyla gerçek bir Müslümanın düşman edinmesi imkansızdır. Her Müslüman, bir başkasına şefkatle davranmak ve güzel ahlakı anlatmakla yükümlüdür, düşman edinip onu harcamakla değil. Kuran ayetlerinde, insana hitap edilirken üstünlük konusunda herhangi bir ayrıma gidilmeden, “Ademoğulları” deyiminin kullanılması, bu konuda bütün insanların eşit olarak yaratıldıklarını gösterir:

Andolsun, Biz Ademoğlunu yücelttik; onları karada ve denizde (çeşitli araçlarla) taşıdık, temiz, güzel şeylerden rızıklandırdık ve yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. (İsra Suresi, 70)

Buradaki birkaç maddede özetlediğimiz gibi hiçbir gerekçe olmadığı halde İslam’ın bir savaş dini gibi lanse edilmesi yalnızca hurafecilerin uygulamalarından kaynaklanır. Bir kısım kişiler, İslam ile ilgili gerçekleri bilmediklerinde ve sadece radikallerin uygulamalarına şahit olduklarında İslam hakkında çoğunlukla yanılırlar. Radikal zihniyetteki kişilerin Kuran dışında başka hükümleri uyguladıklarının ve gerçekte İslam dışında başka bir din benimsediklerinin farkında değildirler. Oysa İslam dini ve İslam şeriatı Kuran ayetleri üzerine kurulmuştur. Uydurma hadisler ve hurafelere dayanan diğer kaynakların gerçek bir Müslüman için hiçbir geçerliliği yoktur. Peki öyleyse samimi Kuran’a uyan Müslümanlar savaş isterler mi? Bu sorunun cevabı açıktır: Hayır.

Savaşı Kimler İster?

ŞİDDET... NEFRET... SEVGİSİZLİK RADİKALLERE AİT BİR ÖZELLİKTİR.
İSLAM'DA YERİ YOKTUR.

Savaş için bir gerekçe sunmayan bir dinin, bir savaş dini olarak lanse edilmesi yalnızca hurafecilerin uygulamalarından kaynaklanır. İslam dini, temelinde bütün insanların eşit ve kardeş olması gerektiğini savunur. İslam dini demokrasi ve özgürlüğün kaynağıdır.

Silah sektörü, bir kısım odaklar tarafından daima canlı tutulur ve ekonomik krizden etkilenmeyen tek sektördür. Arz-talebin bitmediği, daima en yenilerin piyasaya sürüldüğü bu sektörün canlı tutulmasının yolu da tabi ki savaşlardır. Bunun için de özellikle, kendi dinini savaş dini zanneden, bu sebeple ölmeye ve öldürmeye hazır cahil bir kitle yani İslam adına ortaya çıkmış radikal gruplar provoke edilir.

Bir kısım Neoconlar ve Batı’daki diğer İslam karşıtları, vahşetin radikaller tarafından dünyaya yayıldığı konusunda haklı sayılabilirler. Ancak Usame Bin Ladin gibi bazı liderler bölümünde yanılıyorlar. Genellikle böyle sözde liderler, İslam ve Müslümanlıkla ilgisi olmayan, fakat çeşitli istihbarat birimlerinin denetiminde hazır bulundurulan kişilerdir. Bir yerde karışıklık çıkması ya da savaş istendiğinde derhal devreye sokulurlar. Batı ülkelerinin barlarında, kafelerinde vakit geçirirken, bir yerlerden emrin gelmesiyle birlikte sakal bırakır, kıyafet ve üslup değiştirir, tipik bir Ortadoğulu görünümüne bürünür ve yıllarca öğrendikleri hurafeleri uygulamak üzere harekete geçerler.

Bu senaryo, dünyada pek çok defa hayata geçirildi. Usame Bin Ladin bu senaryonun aktörlerinden sadece biriydi. Peygamber Efendimiz (sav)’in ahir zamandaki en büyük müjdesi olan Hz. Mehdi (as)’ın gelişi ve Müslümanların bu konudaki samimi beklentisi kullanıldı ve bir kısım odaklar tarafından Bin Ladin adeta Hz. Mehdi (as) görünümünde lanse edildi. Bir çok kişi de bu yönde ikna edilmeye çalışıldı. Bin Ladin ile başlayan süreç sadece Afganistan’ı değil bütün Müslüman alemini etkiledi. Senaryonun en sonunda ise Bin Ladin’in ölmüş görüntüleri yer alacaktı. Bu, tüm planın belki de en can alıcı parçasıydı. Plana göre, Müslüman alemi Mehdilerinin ölmüş olduğunu görecek ve tüm beklenti ve umutlarını yitirecekti. Bu, İslam aleminin güçsüzleşmesi ve daha fazla sömürülmesi için inşa edilmiş sistemli bir senaryoydu.

Radikal zihniyettekiler bu konuda tabi ki suçlular, ama onları besleyen bir kısım odakların da görmezden gelinmemesi gerekiyor. Silah sanayi bu kadar güçlü iken, savaş daima birilerinin işine yarar. Savaş için teşvik edilenler çoğunlukla radikal gruplardır, fakat savaşa kendi zalim emelleri için ihtiyaç duyanlar tüm bunları yönetenlerdir. Söz konusu “yönetenler” için, cehalet içindeki, savaşa hazır bu gruplar biçilmiş kaftandır. Savaşa kolayca yönlendirilebilecek birer piyondurlar.

Bu, elbette radikal grupların ve hurafelerin pençesine düşmüş ve mezheplere ayrılarak birbirini düşman ilan etmiş kişilerin suçunu hafifletmiyor. Fakat yine de bu önemli gerçeğin göz ardı edilmemesi gerekir. Nitekim, özellikle Müslüman ülkelerdeki protesto ve ayaklanmaları açıkça düzenleyen ve yöneten çeşitli organizasyonlar bu hedeflerini açıkça dile getirmekten çekinmemektedirler.

İşte bu durum da göz önünde bulundurulduğunda, barışın gerçekleşmesi için kişisel çıkarların değil insanlığın iyiliğinin gözetilmesi, toprak hırslarının bitmesi, düşmanlıkların ortadan kalkması ve bağnazlığın sahte zihniyetinin kesin olarak yok edilmesi gerekir. Bütün bunlar için hak dinlere, din ahlakına, dindarlara ve Kuran’a ihtiyaç vardır. Politik ya da maddi çıkarlar uğruna, toprak ya da ideoloji hırsıyla gerçekleşen çatışmalar daima büyüyüp korkunç bir hal almaya mahkumdur. Bunu ortadan kaldıracak olan ise, gerçek din anlayışının Kuran kaynak alınarak gösterildiği doğru bir eğitimdir. Böyle bir eğitim tüm yanlışları ortadan kaldırır, tüm düşmanlıkları sindirir. Zihniyet değişimi yaşayan bir insan düşmanlık veya savaş için asla gerekçe bulamayacaktır. Bunu sağlamanın tek yolu ise Kuran ahlakına göre verilecek eğitimdir.

Radikalleşmenin Altında Yatan Önemli Bir Sebep: Guantanamo

2015 yılının başında CIA tarafından bir raporun kapsamlı olarak düzenlenmiş hali yayınlandı. Bu rapor tüm dünyada büyük dikkat çekti. Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD’nin makul şüphe ile tutuklanan mahkumlara şiddetli işkence yaptığı bilinen bir gerçek olmakla beraber, bu rapor işkenceyi somutlaştırmış oldu.

Ebu Garip hapishanesi resimleri, Guantanamo’da açığa çıkan baskı yöntemleri, serbest kalanların şahitlikleri ve anlatılanlarla, zaten dünya 11 Eylül sonrası istihbarat çalışmalarının ABD’de nasıl işlediğini az-çok biliyordu. Gerçi işkence ABD’de –kimi yerlerde- 11 Eylül öncesinde de süregelen bir yöntem olmakla beraber, yayınlanan raporda yeni işkence yöntemlerinin nasıl bulunduğundan bu yöntemleri uygulamak için uzmanlara ne kadar ödenek ayrıldığına kadar detayları da tüm dünya gördü. Peki yıllarca süren işkenceler ABD veya özgür dünyaya ne kazandırdı?

Rahatlıkla bu sorunun cevabının “hiçbir şey” olduğunu söyleyebiliriz. Senatör Harry Reid, işkencenin ABD’ye kötü bir isimden başka bir fayda sağlamadığınıı itiraf etti. Araştırmacılar da CIA’nın 6 milyon sayfalık dokümanlarını incelemelerinin ardından hayati hiç bir bilgiye erişilemediğini doğruladılar.

Şu çok bilinen bir gerçektir ki, radikal terör örgütlerine ait hayati bilgiye sahip örgüt liderleri ya da mensuplarına canlı olarak erişmek neredeyse imkansızdır. Bu tip bilgiye sahip teröristler mutlaka güvenlik güçleri, asker veya polisle çatışmaya girerek kendilerini öldürtür ya da yakalanacaklarını anladıklarında da intihar ederler. Bugüne kadar defalarca bu örneklerle karşılaşılmıştır. Ancak ABD’nin ele geçirip hapsettiği kişilerin profilleri incelendiğinde çoğunun karşı koymadan tutuklandığını görürüz. Bu kişilerden elde edilen bilgilerin de çoğu işkencenin bir an önce bitmesi için hayal ürünü olarak itiraflardır.

Üstünde durmamız gereken diğer bir husus ise, ABD’nin yaşatmak için uğrunda savaştığı değerlerin mahiyeti ve işkencenin bu değerlerin içinde bir yerinin olmaması gerektiği gerçeğidir. ABD kendi halkının özgür olacağı, herhangi bir saldırı tehdidi hissetmeyeceği, barış ve huzur içinde, kendi geleneksel değerlerinin korunduğu bir ülke oluşturmak istiyor. Bu haklı talep uğrunda da trilyonlarca dolar harcıyor, gerektiğinde binlerce genç insanını savaş meydanında kaybediyor. Ne var ki buna rağmen tam bir netice elde edemiyor.

Hepimizin bildiği gibi ABD her ne kadar laik bir anayasa ile yönetilse de kendisini Hıristiyan bir toplum olarak tanımlar ve Avrupa ile karşılaştırıldığında çok daha muhafazakar bir yapıya sahiptir. Peki bu muhafazakar toplumun kutsal kitabı olan İncil sevgiyi, şefkati, bağışlayıcılığı, birleştiriciliği emretmiyor mu? Hangi Hıristiyan herhangi bir suç işlediği dahi şüpheli olan bir insanın vahşice işkenceye maruz kalarak hayatını kaybetmesini destekleyebilir? ABD’nin bu güzel manevi değerlerine sahip çıkmasının yolu şartlar zorlaştığında da bu değerlere sadık kalmaktır.

İşkence bir mücadele yöntemi değil, bir gaddarlık kültürüdür. 12 yıllık savaşta işkence ile toplanan veriler El Kaide, Taliban gibi terör gruplarının değil ortadan kalkmasına, zayıflamasına dahi yardımcı olmamıştır. Aksine, terör örgütleri daha da güçlenmiş, dünyanın çok daha farklı bölgelerine yayılmış ve yeni gruplar oluşturarak çok daha tehditkar bir hal almışlardır. ABD’nin savaşta çok sayıda sivilin hayatına mal olan ataklar yapması ve El Kaide’yi ortaya çıkaran sebeplerle fikri mücadele yürütmek yerine bu sebeplerden etkilenen bireyleri silahla ortadan kaldırmaya çalışması, bazı alt grupların da terör organizasyonuna dahil olarak etki alanını genişletmesine yol açmıştır.

Yıkıcı bir eyleme daha da yıkıcı bir yöntemle karşılık vermek o eylemin tekrar etmesini engelleyemez. Şiddet her zaman daha fazla şiddet, kan her zaman daha fazla kana sebep olacaktır. Dolayısıyla radikal terörle mücadele ederken daha da radikal tekniklere başvurmak yalnızca bu terör gruplarının iddialarını doğrulayan ve tabanlarını güçlendiren bir mekanizmaya dönüşür. Bu şekilde asla bitmeyen savaşlara yeni kapılar açılır. Gelecek nesillerin insan haklarına saygı duyulan, insani bir ortamda yaşamaları için, ortak bir şefkat ve sevgi temeline dönmemiz gerekmektedir.